22 Eylül 2020 Salı

EN HUZURLU OLDUĞUNUZ YER

Kendinizi en huzurlu hissettiğiniz yer neresi?

Hani çocukken evinizde hissedersiniz bu duyguyu, kendi evinizde anne ve babanızın yanında, olmanız gereken yerde bulunduğunuz için huzur içerisindesinizdir.

Evlenince yine evinizde; eşinizin, çocuklarınızın yanında onlarla birlikte iken böyle bir huzur hali içerisindesinizdir.

Yurt dışında veya evden dışarıda, ya da sokakta hep dışarıda olmanın verdiği bir tedirginlik vardır üzerinizde, ama evinize girdiğiniz anda; olmanız gereken, ait olduğunuz, kendi yerinize gelmenin, orada bulunmanın huzuru kendiliğinden kaplar içinizi.

Üniversite yıllarımda en çok Harp Okulunda yaşadım bu duyguyu; pazar günü akşamı, tam vaktinde nizamiyeden geçip, içeriye girdiğim anda bir rahatlık çökerdi üzerime. Hafta içerisindeyken; olmam gereken yerde bulunduğum için psikolojik rahatlık içerisindeydim, hafta sonunda ise; evci olduğum için evimde anne babamın yanında kardeşlerimle birlikte iken yine bu huzur halini yaşardım.

İşçi, memur vaktinde iş yerinde hazır olduğu zaman, mesai bitimine kadar olması gereken yerde bulundukları için huzurludurlar.

Öğrenci ders saatlerinde okulunda, sınıfında iken huzurludur. Bir gün okulu kırmıştık, o gün psikolojik olarak epey sıkıntı çektiğimi hatırlıyorum. Olmam gereken yerde değildim.

Şu altmış bir yılı geride bıraktığım bu günlerde ise kendimi en çok Rabbimin huzurunda yani namazda huzurlu hissediyorum.

Sanki; “bedenim ve ruhumla olmam gereken yer işte burası, beni yaratan Rabbimin, sahibimin, efendimin huzuru, namaza durduğum şu an” diye hissediyorum ve tüm hücrelerimde o huzuru yaşıyorum. Öyle ki, namaz dışında geçirdiğim tüm vakitler, sanki baba evinden uzaktaki o çocuğun, kendi evinden, çoluk çocuğundan ayrı o babanın hali gibi…

“Ruh gurbettedir, beden ise kendi memleketindedir. Allah’ım! Garip, mahzun ve vatanından ayrı düşmüş olan ruha acı, merhamet et.” Diyen Mevlâna aklıma geldi.

Ruhumuz dünya hayatında gurbette olduğuna göre, bu gurbet halini giderecek yegâne yer Rabbisinin huzuru olan namaz olduğu için, demek ki ben ancak orada sükunete ve huzura kavuşabiliyorum.

Sanki namazın dışında iken caddede, sokakta gibiyim, namaza durduğum anda evime girmiş gibiyim.

Çocuğun anne babasının yanında olmak istemesi gibi, ruh ve bedenim sahibinin huzurunda, sahibinin olmasını istediği yerde hazır bulunmuş olduğu için, ben namaz içerisinde büyük bir huzur halini yaşıyorum, zannımca.

Ne demeliyim; “Rabbime binlerce şükür olsun, Rabbim kimseyi namazdan mahrum bırakmasın".

                                                                        Gürcan Onat, 17.07.2020, 16.20, Üsküdar. 

14 Ağustos 2020 Cuma

İTİBAR CELLATLARINA DİKKAT

Adamlar itibar cellatlığını öyle güzel yapıyorlar ki; yani ancak bu kadar olur. Aslında belki de tek yaptıkları iş budur.

Bunu da Batıdan öğrendiler.

Batılı dostları bu taktiği Osmanlı Devleti üzerinde çok başarılı bir şekilde uygulamıştı.

Bilhassa Abdülhamid han zamanında bütün güçleri ile bu taktik üzerine yoğunlaşmışlardı. Her şeyi ters göstermek, yalanlar, algı operasyonları ve en önemlisi itibarına saldırı. Akıllı, zeki, kibar, ince düşünceli, naif ruhlu, merhametli ve şefkatli Osmanlı Sultanını uyumsuz, sert, kaba saba, zalim, vicdansız, evhamlı bir ruh hastası olarak göstermek… Tutmadı mı? İçeriden ahmaklar ve hainler de destek verince tuttu tabii ki.

Osmanlının son dönemlerinde ve Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki özellikle batıdan beslenen bazı neşriyattaki Müslüman, hacı, hoca tiplemelerine, çizilen karikatürlere bakar mısınız? Rüyanızda görseniz dudağınızı uçuklatacak çirkinlikte görüntüler. Kur’an-ı Kerim’de tarif edilen ve Peygamber efendimizin şahsında örnekleşmiş Müslüman görüntüsünün tam tersi. İşte bu itibar cellatlığıdır.

O yıllarda başlayan bu itibar cellatlığı hız kesmeden, hep aynı minval üzere devam etti.

Günümüzde de aynı çirkinliği ile sürmektedir.

İslam’a ve Müslümanlara düşman olan Batının beslemeleri halen aynı yayınlarına devam etmektedirler. Şimdi mecra daha da genişlemiş durumdadır. Eski zamanlarda sadece politikacıların ve medya mensuplarının yapabildiği bu saldırıyı sosyal medya sayesinde artık kişiler de yapabilmektedir.

Gözlerini ve kulaklarını tüm hakikatlere kapatmış yığınlar, zerre kadar akletmeden, sürü psikolojisi ile kin ve nefret dolu olarak, çıldırmışcasına saldırmaktadırlar.

Bu saldırı şu şekilde yürütülüyor. Önce Batılı sahipler tarafından nokta hedef belirleniyor. Saldırılacak kişi, kurum, dernek, vakıf her ne ise tespit ediliyor. Bu kişi ya da kurumlar özellikle de memleketini çok seven, memleketi için çalışan, faydalı ve başarılı işler yapmaya çalışanlar içerisinden seçiliyor. Çalışmalarının acilen durdurulması gereken kişi ya da kurumlar oluyor, bunlar.

Malumunuz olduğu üzere, günümüzde faaliyetlere ve çalışmalara direk, cepheden saldırmak pek mümkün olamıyor. Demokrasi, halkın desteği, katılımı gibi birçok manileri var.

Bu durumda; asıl baş öğretmenleri olan İblisin ilk uyguladığı taktik devreye giriyor.

Kur’an’ı Kerim’de Rabb’ül alemin bize İblis ile mükâlemeyi bildirmiştir.

İblis Adem’e secde etmeme gerekçesi olarak ne demişti? Sad Suresi 76. Ayeti kerime:

قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۜ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ي

“Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın." Mealen bu şekilde.

Bu konuşmada Adem’in topraktan yaratıldığının ifade edilmesi bir anlamda itibarını zayıflatma çabasıydı. Aynı zamanda kendisinin kibrini de açık ediyordu, elbette. Ancak toprak olduğunu dile getirmesi Adem’in itibarını gölgeleme olarak değerlendirilebilir. Allah Teala bütün meleklere Adem’e secde emri vermişti. Bu emir Adem’e Melekler nezdinde büyük bir itibar vermektir. İşte İblis o itibara sardırmış oldu. Konuşmanın devamını biliyoruz; İblisin isyanı, cennetten kovulması, süre isteyip verilmesi ve bütün Âdemoğullarını yoldan çıkartma yemini.

İblis bu amacını nasıl gerçekleştirmektedir? Sadece suflörlük yaparak.

Tirmizi’de kayıtlı olan Hadisi şerifte belirtildiği üzere; şeytan, içimizde, vücudumuzda kanın dolaştığı gibi, (kendisini hissettirmeden) dolaşarak, heva ve heveslerimizi tahrik edip, kulağımıza şeytanlıklarını fısıldayarak.

İşte itibar cellatlığı taktiğini birtakım insanlar bu İblisten almıştır.

Âdem aleyhisselamdan itibaren kendi peygamberine muti olan hiçbir imanlı insan Allah Teâlâ’nın emirlerinin ve Resullerinin gösterdiği yolların dışına çıkmamıştır. Bir mümin asla böyle bir şey yapamaz. Yalan söyleyemez, sözleri eğip bükemez, çarpıtamaz, insanları olduğunun dışında başka bir şekilde tasvir edemez. Hele ki itibarını, şeref ve haysiyetini küçük düşürücü bir şeyi kesinlikle yapamaz. Mesela kötü lakap takmak bir nevi itibar düşüklüğü olacağı için Resulullah efendimiz tarafından şiddetle yasaklanmıştır.

Ancak insanoğlunun dünyada yaşamaya başladığı ilk günden itibaren şeytan da faaliyete geçerek, teker teker yandaşlarını toplamaya başlamış ve hala, dolu dizgin toplamaya devam etmektedir. İşte bu yandaşlarına itibar cellatlığı nasıl yapılır gayet başarılı bir şekilde öğretmektedir.

Ne yazık ki bizim ülkemizde de epey taraftar toplamış durumdadır. Şeytan dostları, batı hayranı, ahmak insanlar bu itibar cellatlığını tüm dehşetiyle acımasızca uygulamaktadırlar.

Bize düşen vazife ise; bunun farkında olarak asla ve asla dostlarımızı yalnız bırakmamak olmalıdır.

Onlar ne kadar itibarlarımıza saldırsa da şuurlu Müslümanlar olarak, bizler Mümin kardeşlerimizi terk etmeyip dimdik yanlarında durmalıyız.

Bir zamanlar Deniz Fenerine itibar operasyonu yapıldı, ne yazık ki yüzde seksen başarılı oldular. Garip gurabaya yapılan yardımlara ket vuruldu. Şimdi İHH’ya yapılıyor. Ensar Vakfına yapılıyor, v.s.

Bizzat kendim de kuruluşunda bulunduğum SADAT hakkında neler söylendi ve söyleniyor, aman ya Rabbim. Yahu kardeşim ben de kuranlardan birisiyim. Niye kurduğumu ne yaptığımı ne olduğumu bilmiyor muyum? Üstelik Müslüman kardeşlerimden neler işitiyorum, neler…

28 Şubat döneminde TSK içerisinde en başarılı, vatanını, milletini en çok seven, vazifesini en güzel yapan dindar insanlara disiplinsiz, irticacı damgası vurarak YAŞ kararları ile ordudan ihraç ettiler. Sonra temizle temizleyebilirsen bu lekeyi. Müslümanlar bile yanlarına yaklaşmaya korktular, bu masum insanların.

Demek ki; şeytanın bu metodu çok basite alınacak bir şey değil.

CHP ve yandaşlarının en güzel yaptıkları iş budur. İtibar cellatlığı.

İtibar cellatlığını hafife almayın. Basit bir hadise değil o. Birden yalnızlaşırsınız, kendinizi ifade edemezsiniz. Duygu ve düşüncelerinizi anlatamazsınız. Siyasetçi iseniz siyasi hayatınız söner. Tüccarsanız ticaretiniz biter. Hoca efendi iseniz tesiriniz kalmaz. Sözünüzü dinleyen olmaz. Yani siyasi, sosyal, dini çevreniz yok olur. Sadece biyolojik olarak hayat süren bir bitki haline gelirsiniz. Bu durumu içine sindiremeyip intihar yolunu seçerek hayatına son veren onurlu insanlar da olmamış değildir.

Bu nedenle kime itibar saldırısı yapılıyor ise derhal bütün gücümüzle onun yanında durmak bugün en önemli vazifelerimizden biri olmalıdır. Kesinlikle korkmadan, çekinmeden, sinmeden açıkça destek vermeliyiz. Desteğimizi şahsın kendisine özel olarak ifade ettiğimiz gibi, sosyal medyada da herkese ilan etmeliyiz.

Batı ve Batının yamakları, Bizans artıkları, Gezici çapulcular, FETÖ mensupları, din düşmanları kime veya hangi kurumumuza saldırıyor, itibarlarını yok etmeye çalışıyorlarsa hep birlikte, tek yumruk olarak karşı koyup insanımıza, kurumlarımıza, değerlerimize sahip çıkmak bugünün önemli cihadlarından birisidir diye düşünüyorum, şahsen.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

                                                              Gürcan ONAT, 13.08.2020, 15.30, Üsküdar. 

7 Ağustos 2020 Cuma

ACİLEN EMRİ BİLMARUF NEHYİ ANİL MÜNKER

 

Önce “emri bil maruf nehyi anil münker”i yok ettiler.

- “Bize karışmayın, herkes özgürdür, bireydir, isteyen istediği gibi yaşar, demokrasi var” dediler.

Ama kendileri sürekli aşağıladılar, her fırsatta saldırdılar.

Onların suflörü iblistir. Şeytanla kendi başımıza başa çıkmamız mümkün değil. Allah'tan yardım istemeliyiz. Bu da ancak Allah Teâlâ’nın emirlerine itaat ile olur. Rabbimiz Kur’an’ı kerimde Şeytan ile mükâlemeyi bizlere bildirmiş. Şeytanın ne yapmak istediğini, nasıl yaptığını, her şeyi açık açık anlatmış. Bizim için hayati öneme haiz olan husus, bu konuları çok iyi tetkik edip, şuuruna varmamızdır.

Acilen “emri bil maruf nehyi anil münkeri” hayatımıza tekrar sokmalıyız.

Yeterince batağa saplandık. Daha fazla batmamamız için eski kodlarımıza dönüş yapmalıyız. Her toplumun kendine mahsus, kültür haline getirdiği sosyal dokusu vardır. Bizim geleneksel sosyal yapımızda büyükler sayılır, küçükler sevgi görür idi. Büyükler küçüklerde gördükleri eksikleri, hataları lisanı münasip ile ikaz eder, düzeltmeye çalışırlardı. Bu, toplumun kendini koruma refleksiydi. Buna aile baskısı, mahalle baskısı dediler, ortadan kaldırdılar. Şimdi anneanneler, babaanneler bile torunlarına karışamıyor.

Çok iyi hatırlıyorum, bizim çocukluğumuzda anneanneler, babaanneler kız torunlarının etek boylarını asla diz üstüne çıkarttırmazlardı. Evde sürekli müdahale olurdu; öyle oturma, böyle yapma, şöyle konuşma falan filan. Ama bunları tatlı tatlı, sevecen halleriyle yaparlardı. Biz hiç rahatsız olmazdık, bilakis büyüklerimizi kırmamaya çalışırdık. Onların nasihatlerini can kulağı ile dinlerdik. Arada yaramazlıklarımız olmaz mıydı, olurdu elbette. Ancak komşularımızdan, sokağımızdaki büyüklerden de çekinirdik. Ahlaka mugayir hiçbir hareket içerisine giremezdik. Şu streç pantolon denilen şey ile değil sokağa çıkmak, evde bile giymeye haya edilirdi, o yıllarda…

Önce bizim toplumsal ahlakımızı çökerttiler. Bireyi yalnızlaştırmak, tamamen heva ve heveslerinin peşinden koşturtmak. Muhabbet bağlarımız, aile bağlarımız, akraba bağlarımız ve toplumsal bağlarımız yer ile yeksan.

Dedik ya onların suflörü şeytan diye; öyle ustaca, öyle sinsi ve süslü yaklaşıyor ki neticesini baştan fark edebilmemiz çok zor. Ancak iş olup bittikten sonra anlayabiliyoruz, lakin olan olmuş, yıkım tamamlanmış oluyor.

Özümüze dönüş yapalım sokakta, metroda ses çıkartamıyorsak da gelin tavır koyalım. Geleneksel ahlakımıza aykırı kılık kıyafeti ile orasını burasını sergileyenlerin yanından hemen uzaklaşalım, ya da sırtımızı çevirelim. Hiç olmaz ise kalbimizle buğz etmiş oluruz. Ailelerimizle, akrabalarımızla arkadaşlarımızla bağlarımızı tekrar güçlendirmeye çabalayalım. Peygamber efendimizin o güzel ahlakını çevremizde uygulamaya gayret edelim.

Kur’an-ı Kerîm’de ma‘rûf ve münker kelimeleri dokuz ayette “ma‘rûfu emretme, münkeri nehyetme” anlamına gelen ifade kalıplarıyla geçmektedir.

Al i İmran suresi 104. Ayeti kerime:

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”

Son derecede açık ve net değil mi? O halde neden terk ediyoruz?

Konuyla ilgili çok sayıdaki ayet ve hadis yanında bilhassa, “Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle onu önlesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle kötülüğe öfke duysun; bu ise imanın en zayıf derecesidir” (Müslim, “Îmân”, 78; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 232) mealindeki hadisi şerif meşhurdur.

İslâm dini; ortaya koyduğu dünya görüşü ve değer yargılarına aykırı tutum ve davranışlara karşı fiilî tedbirler almayı, sözlü uyarı ve psikolojik direniş şeklinde tepkiler göstermeyi tüm inananlara gerekli kılmıştır. İslâm alimleri davet ve cihat şeklindeki dışa dönük faaliyetler yanında içe dönük ıslah çalışmalarının gerekliliğini de ısrarla belirtmişlerdir.

Fertlerin dinî ve ahlâkî hayatın gelişmesine, kamu düzeninin sağlanmasına katkıda bulunmayı bir Müslümanlık ve vatandaşlık borcu şeklinde telakki etmeleri İslâm toplumunun bir karakteristiğidir. Ne yazık ki bu telakkinin, özellikle 19. yüzyıldan itibaren Batı’ya has anlamıyla gelişen ferdiyetçi ve liberalist düşünce ve anlayışların tesiri altında zayıflamaya başlayarak, günümüzde neredeyse hiç denecek hale düştüğüne şahit olmaktayız.

 Tevbe suresi 67. Ayeti kerime:

اَلْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍۢ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ اَيْدِيَهُمْۜ نَسُوا اللّٰهَ فَنَسِيَهُمْۜ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ 

“Erkeğiyle kadınıyla münafıklar birbirine benzer; kötülüğü özendirip iyiliği engellerler, hayır için harcamaya elleri varmaz. Onlar Allah’ı umursamadılar, O da onları kendi hallerine bıraktı. Gerçek şu ki münafıklar günaha batmış kimselerdir.”

Tevbe suresi 71. Ayeti kerime ise;

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ اَوْلِيَٓاءُ بَعْضٍۢ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ وَيُط۪يعُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَك۪يمٌ

“Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velileridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.”

Böylece Allah Teâlâ, mü’minler ile münafıkların farkının ma’rufu emir ve münkerden nehiy konusunda ortaya çıktığını bize apaçık bildirmektedir.

Hac Suresi 41. Ayeti kerime:

اَلَّذ۪ينَ اِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْاَرْضِ اَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتَوُا الزَّكٰوةَ وَاَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَلِلّٰهِ عَاقِبَةُ الْاُمُورِ

“Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde egemenlik versek, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”

Müslüman bir yönetimin görevlerinin başında iyiliği emir, kötülükten nehy gelir. Bunun anlamı, yeryüzünde iyilikleri yaymak, kötülüklere ise engel olmaktır. Bunun için gerekli bütün müesseseleri kurmak yönetimin başta gelen görevidir.

Her Müslüman ferdin, gücü yettiği oranda iyiliği emir ve kötülükten nehiy görevi yapması ve İslâmî tebliğe katkıda bulunması ise farz-ı ayındır. 

Maide suresi 78-79. Ayeti kerimeler:

لُعِنَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا مِنْ بَن۪ٓي اِسْرَٓائ۪لَ عَلٰى لِسَانِ دَاوُ۫دَ وَع۪يسَى ابْنِ مَرْيَمَۜ ذٰلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ

“İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Çünkü onlar isyan etmişlerdi ve sınırı aşıyorlardı.”

كَانُوا لَا يَتَنَاهَوْنَ عَنْ مُنْكَرٍ فَعَلُوهُۜ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ

 “İşledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!”

İsrâiloğulları’nın lânetlenme sebebi, Allah’a isyan etmeleri ve aşırı gidip haddi aşmaları, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmemeleri idi.

İsrâiloğulları, içlerinde kötülükleri işleyenlere engel olmuyorlar, gücü yetenler iyiliği emir, kötülükten nehiy görevini yapmıyorlardı. Oysa kötülüklere mâni olmak, onlar için de farz kılınmıştı. Bu vazifeyi yerine getirmemek, büyük günahlardan biridir. Hz. Peygamber, İsrâiloğulları günahlara dalınca, âlimlerinin onları bundan nehyettiklerini, onların ise vazgeçmediklerini, buna rağmen âlimlerin onlarla aynı mecliste ve aynı sokakta oturmaya devam ettiklerini, iyiliği emir ve kötülüğü nehiy konusunda işi birbirlerine havale ettiklerini, beraberce yiyip içtiklerini, Allah’ın da kalplerini birbirlerine benzettiğini ve onları Davud ve İsa peygamberlerin diliyle lânetlediğini belirtmiştir (Ahmed İbni Hanbel, Müsned I, 391.)

Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: “Yemin ederim! Ya siz iyiliği emreder kötülükten sakındırırsınız veya Allah Teâlâ, sizin kötülerinizi size musallat eder. Böyle olduktan sonra sizin hayırlılarınız dua ederler, fakat duaları kabul edilmez.” (Bezzar, Taberânî)

Cabir b. Abdullah Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Allah Teâlâ meleklerden birine 'Filan şehri halkının üzerine yık!' diye emir verince melek 'Ya Rabbî! Onların içeri-sinde göz kırpacak bir zaman kadar bile sana isyan etmeyen filan kulun vardır' der. Allah Teâlâ 'Hem onun hem de diğerlerinin üzerine yık. Çünkü onun yüzü hiçbir zaman benim için ekşimedi” der. (Taberânî, Beyhakî)

Resulullah efendimize bir lütuf olarak, ahir zaman ümmeti için önceki bazı ümmetlerde uygulandı gibi tamamen yok edilme cezasının kaldırıldığını biliyoruz. Lakin bu demek değildir ki; bu ümmet tamamen korunmuştur. Eğer biz vazifelerimizi doğru düzgün yapmaz isek birçok toplu musibetlere uğramamamız için hiçbir sebep yoktur. Nitekim Covid-19 bunlardan biridir.

Emri bil maruf nehyi anil münkerin kimler tarafından, nasıl yapılması gerektiği konusunun işlenmesi alimlerin alanına girmektedir. Bu münasebetle ben haddimi aşmadan, bir sosyal yaramızı dile getirmiş olmakla iktifa edip, yazımı burada sonlandırıyorum.

Rabbim yar ve yardımcımız olsun.

                                                             Gürcan ONAT, 07.08.2020, 14.30, Üsküdar.

23 Temmuz 2020 Perşembe

AYASOFYA CAMİSİNİN ÖNEMİ


Ayasofya Camisinin tekrar ibadete açılmasını hep savundum ve savunmaya devam edeceğim.
Bunun sebebi çok açık, basit ve nettir. Çünkü Ayasofya Konstantiniyye fatihi Sultan Mehmet hanın kılıç hakkıdır ve Fatih Sultan Mehmet han tarafından cami olarak vakfedilmiştir. Bu kıyamete kadar değiştirilemez. Hiç kimsenin bunu değiştirmeye hak ve salahiyeti yoktur.
Ne yazık ki; Allah'tan korkmaz, hukuk bilmez gafiller tarafından, hak gaspı yapılarak, müzeye çevrilmiştir.
Ayrıca Ayasofya bir semboldür. Konstantiniyye şehrinin Bizans’tan alınıp, Müslüman topraklarına dahil edilmesinin bir sembolüdür. İstanbul artık kıyamete kadar Müslüman toprağı olarak kalacaktır.
O zamanki Romayı temsil eden bugünkü Batı bizim topraklarımızda iki büyük hamle yapmıştır. Birincisi ezanın Türkçeye çevrilmesi, ikincisi Ayasofya’nın müze yapılması. Bu iki konu zahirde çok basit görülse de siyasi olarak derin anlamlara sahiptir. Ezanın yok edilmesiyle İslamın şiarı yok edilmiş, Ayasofya’nın dönüştürülmesiyle de Konstantiniyyenin fetih rövanşı alınmıştır. Zaten Türk toplumunun dönüştürülmesi de batı medeniyetinin örnek medeniyet olarak kabul edilmesiyle, yavaş yavaş beyinler yıkanmak suretiyle gerçekleştirilmiştir. Bugün ne yazık ki dünyaya muhteşem medeniyeti ile çeki düzen veren atalarından bihaber, soyunu inkâr eden, Mankurt nesil türemiştir.
Yusuf Kaplan’ın dediği gibi aslında; “Bu toplumun varlık sebebi İslâm’dır. Bu toplum Müslüman olduktan sonradır ki, sadece İslâm tarihini değil, dünya tarihini yapmaya başladı.”
İslam’ın inancını, değerlerini insanımızdan, şiarlarını da topraklarımızdan söker atarsanız geriye kalan şey, batının uydusu olan bir Türkiye’den başka bir şey değildir.
Allah’a binlerce şükür olsun ki yıllardır canla başla yapılan mücadeleler netice vermeye başlamış; önce ezan ülke sathında tekrar gürül gürül okunmaya başlanmış. Sonra da Ayasofya Camisi tekrar ibadete açılmıştır.
Artık örnek alınacak hedef Batı medeniyeti değil, İslamın öz ve hakiki, kendi medeniyetidir.
Bugün yine Allah'a şükürler olsun ki iktidarda Dünyanın hegemon güçlerinden çekinmeyen, kendi değerlerini yaşamak ve yaşatmak isteyen yöneticilerimiz vardır. Siyasi otorite şiarlar hususunda üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiştir. Bundan sonrası artık Milletimizin iradesi ve kararlılığı ile olacaktır. Batının rezil, sefil, kokuşmuş, emperyalist, sömürgeci medeniyetinden kendi asil ve şerefli medeniyetimize dönüş için eğitim seferberliği içerisine girmemiz acilen, elzem olarak görülmektedir. Zira ne yazık ki bugüne kadar yapılmış olan tahribatın neticesi olarak sayıları yedi milyon civarındaki genç kuşağımızın neredeyse beş milyonu ülkemizin ruh köklerine, İslama olan aidiyet bağlarını kopartmış durumdadır.
Vazifemiz basit ve kolay değildir. Tekrar öze, İslama dönüş için yoğun eğitim seferberliği başlatmak zorundayız.
Bu seferberlik topyekun olmak zorundadır. Ne sadece hükumet ve eğitim müesseseleri ne yalnız aile ile. Hükumetiyle, eğitim müesseseleriyle, sivil toplum kuruluşlarıyla ve ailelerimizle hep birlikte, el ele vererek, yeni dirilişin örneğini tüm dünyaya göstermeliyiz.
Allah'ın izniyle…
                                                                                        Gürcan Onat, 21.07.2020, 15.00, Üsküdar.

22 Mart 2020 Pazar

KORONA VİRÜSÜN BANA DÜŞÜNDÜRTTÜKLERİ


Evet bir korona virüs çıktı ortalık toz duman. Her kafadan bir ses, her kafadan bir yorum ve bu vesileyle şer kafalardan da yeni yalan, iftira ve tuzaklar.
Herkes vazifesini yapıyor.
Ben de düşünce dünyamda değerlendirdiklerimi dostlarımla paylaşmak istedim.
Öncelikle söyleyeyim ki komplo teoricilerinin yazıp, yaydıkları hiçbir şeyi aklım almıyor ve kabul etmiyor. Bu işin gerçekten uzmanı olan doktorların söylediklerinden hareketle, bu virüsün de grip virüsü gibi bir virüs olduğunu, ancak mutasyon geçirerek daha ölümcül hale geldiğini kabul ediyorum. Nasıl her kış mevsiminde neredeyse hepimiz, hafif veya şiddetli gribe yakalanıp, bir şekilde atlatıyordu isek bu da aynı şekilde, aynı yol ve usulle hepimize bulaşacak şekilde yol almaya başlayan bir virüstür.
Önceleri Çin, İtalya ve benzeri ülkeler basit grip gibi değerlendirip, tedbir almadılar, ancak sonra baktılar ki bu daha farklı, daha ölümcül bir virüs, panikleyerek derhal önlem almaya çalıştılar ama ne yazık ki olan olmuş, virüs aynı grip gibi yeterince insana bulaşmış ve dünya turunu çıkmıştı bile. Geriye yapılacak tek bir şey kalmıştı, hemen tüm dünya Devlet Başkanları tarafından karantinalar oluşturmak.
Bizim hükümetimiz ve özellikle Sağlık Bakanlığımız da gayet güzel ve yerinde kararlarla olması gereken tedbirlerin hepsini aldılar; yurt dışından gelenlerin karantinaya alınması, toplu bulunulan yerlerin okullar, ibadethaneler,eğlence yerleri, spor alanlar v.s. bir süreliğine tatil edilmesi, vatandaşların evlerinden çıkmamaya davet edilmesi…
Alınan bütün bu tedbirlerin son derece yerinde ve yeterli olduğunu düşünüyorum, bunun ötesinde hiçbir tedbire ve paniğe gerek olmadığını değerlendiriyorum. Hele ki evlerimizde, iş yerlerimizde, bildiğimiz insanların birbirlerine tecrit uygulamak gibi saçma sapan hareketlere hiç yer olmadığı düşüncesindeyim.
En önemli konu; yurt dışından gelen insanları tecritte tutmak, çünkü bu virüs bize yurt dışından gelecek. Yani kale kapısını ne kadar sağlam tutarsak, o kadar emin ve emniyette oluruz, inşaallah.
Kalbime gelen daha önemli bir konu ise işin manevi tarafı ile alakalı; dikkat ettiyseniz tüm dünya neredeyse tüm işlerini bırakıp, hep bir şekilde, bu konu ile alakalanmaya başladı, tüm dünya medyası tüm programlarında geceli gündüzlü bu konuyu işlemeye başladı, tüm devlet başkanları bu konu hakkında açıklamalarda bulundular. Bütün insanlık alemi dikkatini bu konuya odakladı, hem de aynı anda ve hep birlikte!
Kıyamet de böyle kopacak; insanlar işleri güçleri nedeniyle koşuşturup dururken bir ses (İsrafil’in suru üflemesi) ve tüm insanların diz üstüne çökmeleri!
Yani Allah Teala tüm insanlık alemine bir mesaj mı vermeyi murat eyledi, acaba? Çünkü zulüm o kadar artmıştı ki duracak gibi de görünmüyordu. Hem kimse kimseyi dinlemez de olmuştu, çünkü herkes, her şeyi en iyi kendisinin bildiğini, dolayısıyla kendi yaptıklarının doğru ve meşru olduğunu, karşısındaki insanın ne dediğinin hiç önemli olmadığını düşünür hale gelmişti. İletişim neredeyse sıfırlanmıştı.
Yani, acaba Allah Teala: “Ey insan! kendine gel, toparlan, gidişin gidiş değil” duygu ve düşüncesinin kalplerimizi titretmesini mi murat eyledi, acaba?
Bütün insanlık aleminin bütün işlerini güçlerini bırakıp, küresel bir şekilde bu konu ile ilgilenir olması bende bu işin İlahı vasfının olması ihtimalini uyandırdı.
Eğer kalbime gelen bu düşünce doğru ise, bu Allah Teala’nın rahmetinin, lütfunun bir tezahürüdür ki ders ve ibret almamız lazım, yoksa insanlık olarak bizi daha büyük hadiseler ve kahır bekler! (Allah Teala muhafaza eylesin)
Olaya küresel olarak, dünya üzerinde yaşayan tüm insanlık alemini ilgilendiren bir vak’a olarak bakıyorum. Allah Teala ve insanoğlu.
Hesap gününe doğru hızla giderken, alemlerin Rabbinin yarattığı, her an Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellisi ile yaşattığı, bilebildiğimiz 99 esması ile tecellilerde bulunarak, türlü türlü nimetler bahşettiği insanlık alemine, gidişatını düzeltmesi, silkinip kendine gelmesi için son bir uyarı vermiş olması, neden olmasın? Ben bunun mümkün olabileceğini dolayısıyla bu musibetten ders alarak, tüm insanlık ailesi olarak kendimize çeki düzen vermemiz gerektiğini düşünüyorum.
Allah Teâlâ sonumuzu hayreylesin. (Âmin)
                                                                         
Gürcan ONAT, 20.03.2020, 15.30, Üsküdar.

13 Mart 2020 Cuma

İDLİP: İNSANLIK DRAMI


Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER), üyeleri arasında “BİR EKMEĞİ DE SEN PAYLAŞ” kampanyası düzenleyerek, İdlip’e un gönderme kararı almıştır.  Toplanan bağışları Hayrat Yardım Derneği ile İdlip’e ulaştırmıştır. Biz de yerinde gözlem amacıyla, ASDER Genel Sekreteri Reşat Fidan ile 10 Mart Salı günü sabahı THY’nın 07.15 uçağı ile İstanbul’dan Hatay’a havalandık. Hatay havaalanında dernek görevlileri bizi karşılayarak, önce Reyhanlı’ya, oradan da Cilvegözü sınır kapımızdan ve Babülhava Suriye tarafı kapısından geçerek, Salkin’e götürdüler.
Suriye tarafına girdiğimiz andan itibaren sanki bir zaman makinesinden geçip elli, altmış yıl geriye düşmüş gibi bir hisse kapıldık. Ancak gördüğümüz hayalet binalar, göreceğimiz insan manzaralarının yanında hiç de bir şey değilmiş, meğer.
Önce çadır kentleri ziyaret ettik, buralarda ekmek dağıtımlarına şahit olduk. Lakin o çadırlarda yaşayan insanları, yaşlıları, kadınları ve çocukları gördükçe; halimize sayısız şükür mü edelim, daha fazla yardım edemeyişimize tövbe istiğfar mı edelim, zalimlere lanet mi okuyalım bilemedim. Resimlerini paylaştığım tablo söz ve yazı ile anlatılır gibi değildi elbette. Mesela yine fotoğrafını yayınladığım çadırda eşi ölmüş olan bir kadın dört çocuğu ile yaşamaya çalışıyormuş. Kendisi çalışmaya gittiği için görevli kişiler resim alabilme imkânı tanıdılar. Milyonlarca insanın yaşadığı bu çadırlarda elektrik elbette yok, su çok kısıtlı olarak ortak depolar vasıtası ile verilebiliyor ve tuvaletler belli bölgelere yapılmış, birkaç adetten ibaret. Türkiye’den gelen yardım derneklerimizin, Allah’a binlerce şükür olsun ki, üzerlerine düşen insani yardımı layığı veçhile yaptıklarını gözlemledik.
Salkin büyük bir yerleşim yeri, göçlerle birlikte nüfusu dörde katlanmış, müsait alanları çadır kentlerle dolmuş. Türkiye’de her an yıkılabilir korkusu ile annelerin yanına dahi yaklaştırmayacakları bir binada öğretim gören çocukların ara tatili münasebeti ile karne dağıtım törenine tesadüf ettik, biz de karne ve hediyelerini verme şerefine nail olabildik. O şartlar altında küçücük yavruların o tatlı gülüşlerini gördükçe, doğrusu ben ağlamamak için kendimi zor tuttum. Daha sonra Hayrat Yardım Derneğinin şehir merkezinde ekmek dağıtımına şahit olduk. Düzenli bir şekilde, bu hizmet kesintisiz devam ediyor. Yakın ilçe Keferteharim'de bir okul müdürünün evine ziyarete gittik, duyduklarımız bizi çok üzdü, ne yapabiliriz diye arayış içerisindeyiz. Müdür beyin söylediğine göre ilçede iki adet orta okul varmış, her birinde 500 olmak üzere toplam 1000 civarında talebe ve buralarda görevli altmış beş, yetmiş öğretmen varmış. Bu öğretmenler beş kuruş maaş almadan meccanen görev yapıyorlarmış, ancak kendi ailelerini geçindirebilmek için çok zor durumda imişler. Çocukları da terk etmek istemiyorlar. Rabbim bir çıkış yolu nasip eder inşaallah.
Gece Hayrat Yardım Derneğinin yetimler misafirhanesinde konakladık ve bu vesile ile burada kalan, hafızlık çalışan, dini eğitimlerini alan yetim çocuklarla da tanışmış olduk.
Ertesi günü başka bölgelerdeki çadır kentleri de ziyaret ederek, İdlip şehrinin merkezine doğru yola çıktık. Savaştan önce Suriye’nin büyük ve canlı şehirlerinden biri olan İdlip, ne yazık ki füze ve uçaklardan bombardımanlarla perişan bir hale getirilmiş. İdlip, Suriye'nin kuzeybatısında bulunan ve aynı isimli yönetim bölgesinin merkezi olan şehir. Halep'e 60 km uzaklıktadır. Bizim Hatay ilimize toprak komşuluğu var. Bu nedenle Hatay ve Kilis gibi güney illerimizle benzerlikler gösteriyor.
Oldukça eski bir yerleşim alanı olan şehir yakınlarında pek çok eski şehir kalıntısı var. Bunlardan Ebla antik kenti, bir zamanlar bölgede önemli bir merkezmiş, şimdi bu Roma harabelerinin içlerinde insanların çadırlar kurup, yaşamaya çalıştıklarını gördük.
Şehrin ekonomisi tarıma dayanıyor ve Suriye'nin önemli tarım merkezlerinden birisi. Özellikle de zeytin üretimi yapılmakta. İdlip zeytin, pamuk, buğday ve meyve, özellikle kiraz için önemli bir üretim merkeziymiş. 1995 yılında ekili yaklaşık 300 hektar alan varmış. Şimdi maalesef çok azalmış.
İdlib Türkiye sınırında yer alması nedeniyle iç savaş boyunca en fazla göç alan il olmuş. Beşşar Esed rejimi ve destekçilerinin ülke genelindeki saldırı ve ablukaları nedeniyle il, milyonlarca sivilin sıkıştığı bir alan haline gelmiş. İdlib'deki yerleşimlere dağılan sivillerin bir milyondan fazlası, Türkiye sınırına sıfır sayılabilecek 300’ün üzerinde kampta barınıyor. Yerel sivil idare kayıtlarına göre İdlib’de 2 milyon 400 bin civarında yerli nüfus, yaklaşık 2 milyon da iç göçle gelmiş vatandaş barınıyor.
İdlib, Türkiye sınırının 130 kilometresini paylaşıyor.
Çatışma durumunda Hatay sınırında yeni bir göç dalgasıyla karşılaşma ihtimali, Türkiye'yi en fazla endişelendiren konudur. Halihazırda 4 milyon civarında Suriyeliyi barındıran Türkiye, İdlib'de ateşkesin korunması gerektiğinin altını önemle çiziyor.
Öte yandan, TSK'nın gözlem noktaları bulundurması, İdlib'i daha kritik önemde bir yer haline getirmiştir.
İdlib, 4-5 Mayıs 2017'deki Astana toplantısında Türkiye, Rusya ve İran tarafından çatışmaların en yoğun olduğu dört alanda belirlenen Gerginliği Azaltma Bölgeleri'nden biriydi.
Türkiye, Ekim 2017'de Astana anlaşmaları kapsamında İdlib'de 12 ateşkes gözlem noktası kurdu.
Yaklaşık 4 milyon sivil, Türk Silahlı Kuvvetleri güvencesi altında barınırken, rejim ve destekçileri, diğer üç GAB'yi (Humus, Doğu Guta ve güney cephesindeki Dera-Kuneytra) ele geçirdi.
İdlib, halihazırda muhaliflerin ve rejim karşıtı silahlı grupların son kalesi konumunda. İl doğu, batı ve güneyden rejim güçlerince kuşatılmış durumdadır.
İdlib konumu itibariyle birçok açıdan önem teşkil ediyor. Kentten geçen M5 otoyolu, Türkiye, Suriye ve Ürdün'ü birbirine bağlıyor. Suriye içinde ise Akdeniz'e çıkış kapısı niteliğindeki İdlib, Lazkiye, Hama ve Halep illerine komşu.
Rusya'ya ait Hmeymim Üssü'nün de bulunduğu Esed rejiminin "kalbi/kalesi" Lazkiye'ye komşu olması, İdlib'in stratejik değerini artırıyor.
Suriye'nin en büyük insani yardım giriş kapısı konumunda da olan İdlib'deki Babülhava Sınır Kapısı'ndan ayda ortalama 1.500 civarı insani yardım tırı geçiyor. Bunun yanı sıra Babülhava'dan ayda 4.500 tır civarı da ticari mal girişi oluyor.
İdlib, 2015 yılında El Nusra ve Ahrar-uş Şam gibi selefi gruplardan oluşan çatı örgüt Fetih Ordusu tarafından ele geçirilmişti. Zamanla Şam, Halep ve Hama eyaletlerinden ayrılan grupların da eyalete gelmesiyle İdlib muhaliflerin kalesi haline geldi. Sonra El Nusra (Nusret Cephesi) adını Şam’ın Fethi Cephesi olarak değiştirdi. 2016 yılının ikinci yarısından sonra İdlib’deki fikir ayrılıkları taraflar arasında çok daha sertleşmiş, Şam’ın Fethi Cephesi bazı gruplarla birleşerek Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) adını almıştır. Halen şehirde hakim olan unsur bu HTŞ’dir.
Geçtiğimiz ay rejimin hain saldırısı neticesinde yaptığımız operasyon ve harekatlardan sonra malumunuz, 5 Mart 2020 tarihinde Cumhurbaşkanımız Erdoğan ve Rusya lideri Putin Rusya’da görüşerek İdlib’de ateşkes kararı almışlardır. Görüşme sonunda yayınlanan karar şu şekildeydi:
  • Gece 00.01 itibariyle ateşkes sağlanacak.
  • M-4 karayolunun kuzeyinde ve güneyinde 6 KM güvenli koridor tesis edilecek.
  • Bu koridorda Türk-Rus ortak devriyesi 15 Mart günü başlayacak.
  • Esad rejimi, Soçi sınırlarını aşarak ele geçirdiği bölgelerden geri çekilmeyecek.
Bölge halkının tek umudu Türkiye’dir. Rejim girdiği yerleri yerle bir ediyormuş, ne bir insan, ne bir bina bırakıyormuş, bölgeden edindiğimiz bilgi bu şekildedir. Halk görüşmeden rejimin işgal ettiği yerlerden geri çekilmesi kararını büyük bir ümitle beklemiş. Bu olmayınca, şu an hayal kırıklığı içerisindeler.
İdlip içerisinde de derneklerin insani yardımlarına şahit olduk. Özellikle bir aile bizi darmadağın etti dersem mübalağa etmiş olmam. Yaşlı bir adam 6 erkek evladını son bombardımanda kaybetmiş, Maretimuran’dan İdlip’e gelmişler eşi, 5 gelini ve 35 torunu ile iki üç odalı bir evde yaşamaya çalışıyor, kendisi de evin önündeki eski bir pikap içerisinde yatıyor. Bu manzarayı görünce o küçücük yavrucuklara elbiseler giydirirken, hele her şeye rağmen sevimli yüzlerini, tatlı gülüşlerini görünce Reşat kardeşimle bu sefer gözyaşlarımızın boşalmasına engel olamadık. Buradan geçtiğimiz bir sığınma binasında 70-80 aileye ekmek dağıttık, sığınma binası dediğimiz yer beş katlı, sadece kabası bitmiş bir bina idi. Başka hiçbir şey yok. Hele ki resmini paylaştığım her bir ailenin yerleştiği odalardan bir odayı görme imkanı bulduk ki anlatılacak gibi değil, daha fazla dayanamayıp, dışarı kaçtım, çünkü hıçkırıklarıma engel olamayacaktım. Samimi olarak söylüyorum, Türkiye’de parkta geceleyenler dahi bunlara göre cennette yaşıyor gibiler.
Sonuç: İnsani yardımlar kesintisiz, hatta artarak devam etmeli. Lakin taşıma suyla değirmen dönmez, en kısa zamanda savaşı sonlandırmanın, bu insanları eski yerleşim yerlerine döndürmenin yollarını bulmalıyız. Rusya ve Esed insanlık dışı vahşet ve katliamlara imza atmışlar. Bizdeki muhalefetin dediği gibi Esed ile anlaşıp konuşmaları mümkün görünmüyor, çünkü oradaki insanlara o kadar zulüm yapmış ki yan yana gelebilmeleri, birlikte yaşamaları ateş ile buzun yan yana gelebilmesi gibi bir şey. Ne yazık ki biz burada rahat ve ferah bir şekilde yaşarken din kardeşlerimiz perişan bir halde hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Allah yar ve yardımcıları olsun.
Görünen şu ki, bizden başka yardım edecek kimseleri yoktur. Suriye ve hatta tüm dünya mazlumlarının tek umudu Türkiye'dir.
Allah bizim de yar ve yardımcımız olsun.
Gayret bizden, tevfik Cenabı Haktandır.
                                                           Gürcan Onat, 14 Mart 2020, 00.30, Fatih.

15 Şubat 2020 Cumartesi

NEREDEN NEREYE


“Paşa, bu ülkeyi sen mi yöneteceksin, yoksa ben mi?”
Abdulkadir Selvi Hürriyetteki köşesinde, geçen gün yazdı bu ifadeleri.
Hatırlayalım; nerede, ne zaman, kime söylenmişti bu sözler? 28 Şubat sürecinde, 27 Nisan e-muhtırası verilince, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Başbakanın telefonuna çıkmıyor, AKParti’nin açıklama yapacağı duyurulunca, 28 Nisan günü Erdoğan’ın telefonuna geri dönüş yapıyor. Erdoğan’ın ilk sözü “Paşa, bu ülkeyi sen mi yöneteceksin, yoksa ben mi?” oluyor.
E, tabi eski alışkanlık, o zamanlar Genelkurmay Başkanları her ne kadar memleketi yönetiyor görülmeseler de aslında perdenin arkasında yok da değillerdi. Lakin bu sefer sert bir kayaya toslamışlardı. Karşılarında anıyla şanıyla Recep Tayyip Erdoğan bulunuyordu.
Başka neler yaşandı, o yıllarda? Yine Selvi’nin yazısından aktaralım; “Bir MGK toplantısında ise Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur hükümeti itham eden bir konuşma yapıyor. Başbakan’ın uyarmasına rağmen Eruygur aynı tonda konuşmasını sürdürünce, Erdoğan masaya vurup “Kes ulan!” diye bağırıyor.”
Bu kadar mı? Hayır aslında çok var da tabii ki hepsi aşikâr edilmedi. Son bir anekdotu yine Selvi’den nakledelim; Balyoz darbe planı yargılamasında 102 asker tutuklanınca Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, soluğu Dolmabahçe’de Erdoğan’ın yanında alıyor. Erdoğan da gelişmeden dolayı rahatsız, ancak Koşaner o denli sert bir üslupla konuşuyor ki, Başbakan bundan rahatsız oluyor. Başbakan’ın bunu hissettirmesine rağmen Koşaner aynı tonda konuşmasını sürdürünce Erdoğan, “Otur oturduğun yerde, ne yapacaksın? Bizi cemselere doldurup Selimiye Kışlası’na mı götüreceksin” diye uyarıyor.
Peki, bu kadar gerginliğin altında ne vardı?
Ne olacak, koskoca 28 Şubat süreci, yani post modern darbe! Şu an 30 yaşın altındaki gençlerin bilmedikleri, üstelik anlattığımız zaman; “haydi canım abartmayın, böyle şeyler de olur mu" deyip, bir türlü inanmak istemedikleri o şiddetli fırtınalı yıllar.
Gerçekten şimdi, şu an geldiğimiz ve yaşadığımız demokratik seviye itibarıyla inanmakta zorluk çekilen o yıllar, tam anlamıyla kâbus yıllarıydı.
Süreç, binlerce Subay, Astsubayın Silahlı Kuvvetlerden sorgusuz sualsiz, YAŞ kararları ile re’sen emekli edilmeleriyle başlamıştı. Biz bu atılmaları sivillere anlatmakta zorlandık önceleri, sonra başörtülü kızlarımıza okullara alınmama zulmü başlayınca ne oluyoruz dedi insanlar, sonra iş hastaneler ve tüm kamu kurumlarına yaygınlaştırılınca ve Başbakanın eşinin bir askeri hastaneye, bir hasta ziyareti için alınmamasına kadar gidince, “ohaa” oldu ondan sonra. Ama tabii bir Cumhurbaşkanın kendi verdiği resepsiyonuna, başörtülü olması nedeniyle eşini getiremeyeceği için eşsiz davetiye çıkartması ayrı bir acziyet ve garabet idi!
Çok şeyler yazıldı, çizildi yine aynı şeyleri tekraren yazacak değilim, ama bugün Ergenekon, balyoz, vs. mağdurlarının ortaya dökülüp, her ağızdan farklı bakış açılarıyla, farklı yorumların yapıldığı, hele bir de darbe gibi lafların dillendirilmeye başlandığı bir ortamda, bir de 28 Şubat seneyi devriyesinde, bizim de o yılları hatırlatmamamız olamaz, elbette.
Aslında o yılları, o zamanlar sanki normalmiş gibi yaşayan kırk yaşın üzerindeki insanlar, bugün otuz yaşın altındaki gençlere şu soruları sorsalar, birçok şey ve işin vahameti belki daha iyi anlaşılacaktır;
1.     Üniversitene girerken kapıda duran güvenlik görevlisi hemen yanında yürüyen başı kapalı öğrenciyi durduruyor ve içeri almıyor, hastaneye gidiyorsun kapıdaki görevli hasta olan sedyedeki başı kapalı nineni içeriye almıyor, asker olan abinin yemin törenine gidiyorsun nizamiyedeki nöbetçi başı kapalı olan anneni içeri sokmuyor, orduevinde akrabanın düğününe gidiyorsun kapıdaki asker başı kapalı diye ablanı düğüne sokmuyor,
2.     Genelkurmay Başkanlığı tüm yargı mensuplarını toplayıp irtica brifingi veriyor, savcı ve yargıçlar(!) generalleri ayakta alkışlıyor,
3.     Genelkurmay binasında gece ışıkları yanık görünce televizyonlar görüntü verip, garip yorumlar yapıyor,
4.     Genelkurmay Başkanı medyaya siyasi demeçler veriyor,
5.     Şehrin göbeğinde tanklar geçit resmi yapıyor, televizyonlar canlı yayına geçiyor, generalin biri; “demokrasiye balans ayarı” diye demeç veriyor,
6.     Generalin biri Başbakana toplantıda “pezevenk” diyor televizyonlar zevkten dört köşe bu sahneyi yayınlıyor, tebrik edilip, terfi ettiriliyor,
7.     Belediye başkanı şiir okudu diye görevinden alınıp, hapse atılıyor,
Evet yüzlerce rezilliklerden sadece aklıma gelen bu soruları bir delikanlıya sorun bakalım size ne cevap verecek? Şahsi kanaatim; "Manyak mısın? Ne diyorsun sen yahu, böyle şeyler olur mu?” diyecektir. Çünkü, o delikanlı bugün gelinen seviyede böyle şeyleri hayal dahi edecek durumda değildir.
Ha bir de şu var; Mevcut Genelkurmay Başkanımızın adı nedir, bugün kaç kişi biliyor acaba gerçekten merak ediyorum. Çünkü o zamanlar sadece Genelkurmay Başkanı değil bütün Kuvvet Komutanları hep gözümüzün önünde ve isimleri dağdaki çobanın dahi ezberindeydi. Hele, Çevik Bir adını neredeyse bütün dünya öğrenmişti.
Bugün gençlerin inanamayacakları bütün bu rezillikleri ne yazık ki bu cennet vatanımızda bize yaşattılar. Yazık ki yaşadık!
Sonunda 28 Şubat Post Modern Darbesini yapan “Batı Çalışma Grubu” çetesi yargılandı, cezalarını da aldılar. Ancak onlara çanak tutan siyasetçiler, yargı mensupları, iş adamları, rektörler ve medya mensupları maalesef henüz yargılanmadılar. Biz, adaletin tam tecelli edeceği günü elbette beklemeye devam ediyoruz. Beklerken aşağıda yazacağım isimleri hiç unutmadığımızı ve asla da unutmayacağımızı bir kez daha ifade etmeyi bir vazife biliyorum.
Çevik Bir, Nur Sertel, Vural Savaş, Kemal Alemdaroğlu özellikle bu dört isim 28 Şubat post modern darbesi denilince aklıma gelen ilk isimler olmaya devam edeceklerdir. Allah Teala hem bu dünyada hem ahirette cezalarını çektiklerini görmeyi nasip eylesin.
Bir daha darbe niyetiyle kalkışmaya yeltenen her sefil de şunu bilsin ki; bu Millet 15 Temmuz destanını tekrar yazmaya, her zaman muktedirdir ve daima hazırdır.
Bekleriz efendim.                                             14.02.2020, 17.50, Üsküdar.

ÇEVİK BİR-28 ŞUBAT-İSRAİL ÖRGÜSÜ

 “Middle East Forum” isimli bir web sitesi var. Bu sitede 2002 yılında “İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail” başlıklı bir makale yayın...