20 Kasım 2022 Pazar

ATATÜRK'Ü SEVİYOR MUSUN?

 - “Gürcan, sen Atatürk’ü seviyor musun?”

Evet, böyle pattak geldi bu soru. Yemekhanede, öğlen yemeğindeydik. İskenderun Hava Radar Mevzi Komutanlığı, yıl 1985 olması lazım. Daha yeni üsteğmen olmuştum. Yani, henüz iki üç senelik kıta tecrübesine sahiptim. Yaşım da ya 25, ya 26.

Soruyu soran kişi, Harekât Kısım Amiri F.T. isimli şahıs. Rütbesi Binbaşı. Mevzide, Komutandan sonra gelen kişi. Ben ise, Kısım Amirleri içerisinde rütbesi en düşük kişiydim. Radar mevzilerinde subay sayısı çok azdır. Kısım Amirleri ve radar kontrol subayları dışında personelin büyük çoğunluğu astsubaylardan oluşur. 15 civarında subay varken 100 civarında astsubay mevcudu vardı.

O gün, subay tabldotunda dokuz, on kişiydik. Öğlen yemeğimizi yerken, birden, böyle bir soru sormanın gerekçesi neydi, acaba?

Elbette, benim namaz kılıyor olmam.

Herhangi bir sohbet içerisinde değildik. Bir yerlerden konu, oraya da gelmiş değildi. Öyle pattak, durduk yerde, çıkıvermişti… Yani, aslında soru muydu, hedefine atılan bir ok, ya da kurşun mu, bilemeyeceğim.

Kimse ne olduğunu anlamadı; Komutan da bir anlam veremeden, öylesine baktı, bana doğru…

O günkü halim hala gözlerimin önündedir; hiç şaşırmadım. Muhatabımın arzu ettiği şekilde hoplamadım da…

Gayet sakin, hafifçe tebessüm ettiğimi hatırlıyorum.

- “Beğendiğim tarafları da var, beğenmediğim tarafları da”, dedim.

Atatürk hakkında, Milli Eğitim müfredatı dahilinde okullarda ne anlatılmış ise; o bilgilerden başka bir bilgim yoktu. Yani, 1981 yılında Hava Harp Okulundan mezun olan tüm devre arkadaşlarım ne biliyor ise, ben de onları biliyordum.

Sözlerime devam ettim;

- “İstiklal Harbinin Başkomutanı olarak verdiği mücadeleyi elbette taktir ediyorum. Ama içki içmesini de tasvip edecek değilim” dedim.

O kadar rahat ve samimiydim ki; bu haleti ruhiyemin salondakilere müspet tesir etmiş olduğunu düşünüyorum. Özellikle o yıllarda, o ilk birliğimde, hep pozitif enerji yaymaya gayret ediyordum. Bunu da zorlanarak değil, doğal olarak yapıyordum. Zira, hiç kimse hakkında kötü düşünce içerisinde değildim. İçten, samimi olarak inancım ne gerekiyorsa, sadece onu yapıyor, başka hiçbir şey ile meşgul olmuyordum. Mevziinin Personel Kısım Amiriydim. Dolayısıyla, aynı zamanda da moral subayı… Karargâh dediğimiz yer, küçücük bir koridor; karşılıklı kısım amirlerinin odaları, başka bir şey değil. Komutanın odası da benim odamın tam karşısı.

Birliğe ilk katıldığım gün; öğlen namazı vakti gelince, doğal olarak, koridorun bir ucundaki herkesin kullandığı, tek lavaboda abdestimi aldım, odamın kapısını kapatıp, namazımı eda ettim. Bundan daha normal bir şey olabilir mi?

Beraber çalıştığımız, Şinasi Başçavuşum beni görmüş. Namazımı bitirince yanıma geldi;

-“Teğmenin bir gelir misin” deyip, beni yan odadaki Kozmik Büroya götürdü.

-“Bakın”, dedi

-“Burası Kozmik Büro, buraya bizden başka kimse giremez, namazınızı buradan kılın”

Anlamaya çalışır bir ifade ile yüzüne bakınca, açıklama ihtiyacı hissetti.

-“Komutan, pek namaz kılanları sevmez, daha yolun başındasınız, ilk rütbelerde sıkıntı yaşamayın, abdesti de alt katta kalorifer dairesinde alırsanız, daha iyi olur.”

Şinasi Başçavuşum, Konyalıydı, kendi namaz kılmasa bile namaz kılanlara saygılı, inançlı bir arkadaşımızdı. Bana o ilk, tecrübesiz yıllarımda faydalı nasihatlerde bulunmuştur, kendisini her zaman hayırla yad ederim.  

Yani, daha ilk gün, açıktan namaz kılmanın doğru olmadığı ikazını almıştım. Hâlbuki; Hava Harp Okulu son sınıfında iken, Rabbimin hidayet lütfettiği andan itibaren; vakit nerede girmiş ise orada, namazımı açıktan kılmaya başlamıştım. Koğuş, yatakhane, spor salonu, eğitim sahası, dershaneler bölgesi, amfi, vs, bir vaktimizi kazaya bırakmadık, elhamdülillah. Namazın gizlenebileceği de hiç aklıma gelen bir şey olmadı, doğrusu. Mezun olduktan sonra, Gaziemir Teknik Okullar Komutanlığında sınıf kursumuzu görürken yine aynı şekilde namazımızı aksatmadan eda ettik, çok şükür.

Lakin, Kıtaya gelir gelmez, ilk gün, ilk olarak; “aman namazını gizle” tavsiyesine muhatap oluyordum.

Şinasi Başçavuşuma teşekkür ettim. Namazımı gizleyemeyeceğimi, ama odamda değil kozmik Büroda kılmaya devam edebileceğimi söyledim.

İnancımı, olması gerektiği gibi, hiç gizlemeden, saklamadan, doğal olarak yaşamaya çalışıyordum.

Hiçbir personel için ayırımcılık yapmadan, herkese samimi muhabbet ile yaklaştığım için odam sohbet odası gibiydi, canı sıkılan yanıma gelir, hasbıhal ederdik.  Harekat Eğitim Kısım Amiri F. binbaşı dışında bütün personel ile aramız çok iyiydi. Sevildiğimi biliyordum.

Şu, Atatürk sorusuna gelince; eminim, birçok dindar kimse birçok kez buna benzer bir soruya muhatap olmuştur.

Aslında burada önemli olan, sevmek ya da sevmemek değil. Böyle bir soruyu sorma kibri ve üsten bakışıdır.

“Sen kimsin, nasıl böyle bir soru sorabiliyorsun?”, karşılığını verme hakkım mahfuz olmak üzere; ben, gayet mülayim bir şekilde, içimden gelen ne ise, dosdoğru, onu söyleme tercihimi kullanmıştım. Her zamanki gibi doğal ve samimiydim.

Sonuç ne oldu? Karşımdaki mutmain oldu mu? Bilemem, ama zaten karşımdaki kişinin benim cevabımdan mutmain olup olmaması değildi, o an yaşadıklarımız; sadece, benim inançlarımdan dolayı, şahsıma yapılan bir saldırı denemesiydi.

Lakin, ben daha ileriye gitmesine fırsat vermedim. Tartışma ortamı da oluşturmadan, ustaca savmış oldum.

Benim içki içmediğimi, herkes biliyordu. Hatta, içkili ortamlara dahi girmediğimi de biliyorlardı. Kendileri neredeyse her akşam içerlerdi. Lojmanların alt katında oluşturdukları mekanda akşamları kumar oynayıp, kafa çekerlerdi. Düzenledikleri gecelere de içkili ortam olması münasebetiyle katılmamış olmam sanırım, iyice rahatsızlık veriyordu, bazılarına...

Denetleme günlerinde, protokol yemeklerine de iştirak etmemiş olmam münasebetiyle Mevzi Komutanının epey fırçasını yemiştim.

Bir seferinde; Mevzi Komutanımız M. yarbay kendi odasında;

- "Gürcan, ben senin yemeklere niye katılmadığını biliyorum, Peygamberimiz, içki içilen yere gitmeyin, dediği için değil mi, ama bu yemeğe sen kısım amiri olarak katılmak zorundasın. Bir daha böyle bir şey istemiyorum, seni o yemekte göreceğim. İçki iç demiyorum ki, ama yanımızda otur" demişti. Bu tür ılımlı yaklaşımlar da oluyordu.

F. binbaşı tarzı saldırılar bir çok arkadaşımıza yapılmıştır. Mesela; Gaziemir'de sınıf kursunda ilken benzer soruya Ç.E.  muhatap oldu. Mesai çıkışı, serviste, bir Yüzbaşı bizim arkadaşa dönüp;

-"Çetin teğmen, sen Atatürk'ü seviyor musun? demişti.

Yani, o yıllarda TSK içerisinde, dindar insanlara olan kin ve nefretlerini kusmak için din düşmanları, bu Atatürk copunu çok kullanmıştır.

Bu yaşadıklarımızdan, takriben onbeş sene sonra, zaten BÇG çetesi oluşturularak, aleni hücum başlayacaktı. O süreç ise, resmen dindar insan kıyımıydı.

Şimdi, birçok kişiye garip gelebilecek olan bu hadiseler ne yazık ki, bir zamanlar TSK içerisinde yaşandı.

Herkes şunu çok iyi bilmeli ki; hiç kimse, hiç kimsenin fikir, düşünce ve inancını sorgulama hakkına sahip değildir. Herkes, inancını inandığı gibi yaşamak hürriyetine sahiptir. Bir zamanlar rütbelerinin arkasına sığınıp, baskı ve zulüm yapmaya çalışan o pespayelerden artık kalmadı çok şükür.

Bunları yazmamızın sebebi, bir zamanlar TSK içerisinde neler yaşadıklarımızın bilinmesi ve bir daha asla o günlere dönmeme arzu ve isteğimizdir.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 20.11.2022, Fatih.

ÇEVİK BİR-28 ŞUBAT-İSRAİL ÖRGÜSÜ

 “Middle East Forum” isimli bir web sitesi var. Bu sitede 2002 yılında “İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail” başlıklı bir makale yayın...