28 Eylül 2019 Cumartesi

BİLMEYENLERİN DERDİNİ BİLENLER ÇEKER


Rüyanda görüyorsun ki; bir otobüsün içindesin ve otobüs hıncahınç insan dolu. Lakin, otobüsün şoförü kör, sağır ve dilsizmiş. Az ileride büyük bir uçurum varmış, fakat şoför bunun farkında değil ve bütün yolcularıyla birlikte otobüsü uçuruma doğru sürüyormuş. İşin ilginç yanı, yolcular da başlarına geleceğin idrakinde olmadıklarından şarkı, türkü söyleyerek kendilerinden geçmiş, elleriyle tempo tutuyorlar. Sen ise uçurumu fark ettiğin için çıldırmak üzeresin. Derken kan ter içinde uyanıyorsun. Nasıl derin bir oh çekersin, değil mi?
Peki ya gerçek hayatta; çok sevdiğin bir insan; kardeşin, yakın akraban, can dostun, kıymetli arkadaşın gözlerinin önünde gerçekten manevi uçuruma doğru gidiyorsa, ne yaparsın?
Oğlun, kızın, akraban, kardeşin, arkadaşın her kimse; biliyorsun ki, bu yaşamı onu hem dünyada hem ahrette çok korkunç ve ebedi bir felaket ile yüz yüze getirecek. Sen buna öyle inanmışsın ki; hatta adın gibi eminsin.
Gel gelelim, sözün hiç tesir etmiyor! Elinden de hiçbir şey gelmiyor.
Bilmeyenlerin derdini bilenler çekermiş. Bu ıstırap içinde kıvrım kıvrım kıvranıyorsun, ama hiç bir şey yapamıyorsun.
Böyle bir durumda ne yapmak lazım?
Düşündüm düşündüm, şu neticeye vardım; sanırım ıstırabını artırman gerekiyor. Evet üzüleceksin. İyice üzüleceksin. Hatta yanacaksın. Daha çok yanacaksın. Sözün tesir etmediği yerde hal tesir eder.
Merhamet duygun içini tamamen kaplayacak. Hücrelerine sirayet edecek. Ateş o kadar çok hararetlenecek ki; içine sığmaz olup, gözlerinden dışarı taşacak. Sevdiğin kişi o gözleri görünce, onun da içine kor düşecek. Kalbine küçücük bir kıvılcım da girse, zamanla sıcaklığı artacak. Toprağa atılan minicik tohumun zamanla dev bir çınar haline gelmesi gibi, o da zamanı geldiğinde volkan gibi patlayacak.
Dolayısıyla, sen derdinle yanmaya bak!
Sevdiklerinin dertleriyle dertlen.
Dertlen ki; derdin sana derman olsun.
Sana derman olsun ki; senden de sevdiğine derman olabilsin.
Dertlen ki; damlanın sahibi olan sonsuz deryanın Rahmeti tecelli etsin.
Unutma! Sende zerre ise o merhamet, O’nda uçsuz bucaksız…
Senin kalbinde damlacık olan o merhamet, O’nda sağanaktır.
Boşaldı mı bir kez; dağlar, taşlar hayat bulur.
Dalgalar halinde gelir, çarptığını tutuşturur.
Tutuştukça kalpler, sahibini döndürür. Döndürür sahibini, sanki sema eden Mevlevi dervişi gibi…

Başka bir şey gelmez senin elinden. Sadece dertlen ve merhametini körükle.
Aç ellerinle beraber kalbini, Rahmetine sığın Rahmanın; inle, yalvar, yakar…

                                                        18 Ekim 2015, Gürcan ONAT

27 Eylül 2019 Cuma

HER DAİM ADİL KALABİLMEK


Çok zordur! Gerçekten çok zor.
Her daim adil kalabilmek.
Dilde söylenmesi çok kolay, ama gel gelelim bütün hadiseler karşısında adil kalabilmeyi başarabilmek öyle, hiç de kolay değildir.
Düşünün bir kez her ne olursa olsun, herhangi bir şeyi; duygularınızı, düşüncelerinizi, hislerinizi ve arzularınızı hiçbir şekilde karıştırmadan, tamamıyla hakikat merkezli kavrayabilmek ve hak üzere hareket edebilmek, hakkın hatırını her türlü hatırdan âli tutup, sonuç ne olursa olsun, hakkaniyetli karar verebilmek...
Belki hepimizin idealidir. Gerçekten samimi olarak temennimizdir. Lakin nefsimi dahil ederek söylüyorum, tüm insanlık aleminde kaçta kaçımız başarabilmişizdir bunu, bilemiyorum.
Belki birçok konuda, birçok kişi kısmi başarılar elde edebilmiştir, lakin bazı hususi alanlara girilince mutlaka mayınlar patlayıveriyor ve savruluveriyor insan, bir tarafa...
Yani hayatın her alanında ve her konuda istisnasız, adil kalabilmek, işte bu çok zor.
Zaten sonuçta adili mutlak olan Cenabı Hak değil midir? Evet hiç şüphesiz adili mutlak olan Allah Teala'dır. Lakin biz kulları da, özellikle İslam coğrafyasında doğmuş bulunan kulları da Rabbimizin emrettiği şekilde, adil olmaya çabalama mükellefiyeti altında olduğumuzu sürekli hatırımızda tutmalıyız. Hiçbir zaman unutmamalıyız ki, biz İslam coğrafyasında yaşayan, İslam kimlikli insanlar yeryüzündeki tüm insanlık alemi için örnek ümmetiz!
Uzun zamandır kendimi bir "İnsan Hakları Aktivisti" olarak nitelendiriyorum. Ne kadar başarabildiğimi bilmiyorum, fakat ben dahil çevremde herkesin muhakkak bir yumuşak karnının bulunduğunu müşahede etmiyorum dersem, doğru olmaz. Bunun kaynağı kiminde etnik kimliği, kiminde cemaat aidiyeti, kiminde ailesi, kiminde vatanı, coğrafyası veya ideolojisi. Sonuçta her birimizin takılıp tökezlediği bir aidiyeti bulunabiliyor. Zaaflarla donanmış insan evladı olarak bunu normal karşılıyorum aslında, lakin insanın biraz da acziyetini ve noksanlığını kabul edip, tekebbürden ve muannit tutumdan uzaklaşmaya çabalaması gerekmez mi? Böyle yaptığı taktirde, daha tahammül edilebilir olur, hiç olmazsa. Zira, hiçbirimiz mükemmel değiliz elbette ve aslında bunun farkındayız, çok şükür.
Daha huzurla yaşanılabilir bir dünya oluşturmaya çalışıyorsak, önce her hal ve şartta, herkes için adaleti tesis etmeye çabalamalıyız. Kim olursa olsun, hangi makamda olursa  olsun, kişilere adil davranmasını becerebilmeliyiz. Bunun için de sanırım şu ön yargılarımızdan da uzaklaşmamız gerekiyor. Önyargılarımız adil kararlar alabilmemizde son derece sinsi bir şekilde, menfi tesirlerde bulunuyorlar. Belki farkındayız, belki farkında değiliz, ama öylesine kodlamışız ki önyargılarımızla beynimizi, üzerine basınca otomatik şalter atıveriyor. Bu kodlardan sıyrılabilmenin bir yolu da zannımca herkesi olduğu gibi kabul edebilme erdemini kuşanabilmektir. Hiç kimse benim gibi değildir ve olması da gerekmiyor. Ben de kimseye benzemek zorunda değilim. Ben kendime Müslüman ismini yakıştırmışım; Allah'ın istediği, Resulullah'ın örnekliğindeki gibi bir kul olmaya çalışıyorum. Hiç kimse bunu engellememeli/engelleyemez. Başkalarının kişilik sınırlarını ihlal etmeden, dilediğim hayatı dilediğim şekilde yaşayabilmeliyim/yaşayabilirim. Aynı şekilde hiç kimseden de benim gibi inanmak ve yaşamak zorunda olmasını beklememeliyim/beklemiyorum. Benim gibi onlar da kendilerini tanımlama ve diledikleri gibi hayatlarını tanzim etme hürriyetlerine sahiptirler, bundan daha doğal bir şey olamaz/olabilir mi?
Doğruyu araştırma ve daha güzele ulaşma çabasıyla; emri bil maruf, nehyi anilmünker ya da propaganda, yani inanç ve düşüncelerimizi açıklama ve yayma faaliyetleri de kutsaldır elbette, ancak dayatmamak ve mecbur kılmamak kaydıyla. Sanki benim düşündüğüm ve inandığım en doğrusu imiş gibi! Kimin hakiki manasıyla doğru ve hak üzerine olduğu da aslında ahrette, hesap günü ortaya dökülecektir. Karşımızdaki  kişilere inanç veya düşüncelerimizde üstünlük hisleri taşıyorsak, bu bizim yeterince olgunlaşamadığımızın bir göstergesi değil midir?
Bu vesileyle; hiçbir konuda araştırmadan, soruşturmadan, kesin bilgi ve delile dayanmadan, zanlarımızla kanaatlerimizi açıklamazsak ve hüküm vermezsek, bizi takip eden ve yazdıklarımıza kıymet veren dostlarımız için de daha sağlıklı rehberler olmuş oluruz, diye değerlendiriyorum, vesselam.                                                  

24 Eylül 2019 Salı

HAYAT BIRAKMIYOR Kİ


HAYAT BIRAKMIYOR Kİ
Akşam yatmadan kafama takıldı, yarın ne yapsam diye. Saat dörtte Üsküdar'da bir toplantımız vardı, geç kalmaktan hiç haz etmediğimden, tam vaktinde orada olabilmek için kafamda kurgulamaya başlamıştım, genellikle böyle olur, elimde değil.
Şu şekilde düşündüm: "Saat üçü yirmibeş geçe ikindi ezanı okunuyor, namazı Fatih'te kılıp çıksam, camiden çıkış saatim üçkırkbeş, Aksaray metro, Yenikapı marmaray, benim oraya varmam dört çeyreği bulur, yani 15 dakikalık gecikme olacak. İkindiyi Üsküdar'da Valide Atik camisinde kılsam bu sefer de 15 dakika erken varacağım, bu da hoş değil, istiyorum ki; tam vaktinde, yani saat dört olduğunda ben zile basmış olayım.
Kafamı epey meşgul etti, ama ben karar veremeden: "Aman yahu, sabah ola hayrola" deyip, yattım.
Sabah kalkınca bir haber aldım, arkadaşlarımdan birinin babası vefat etmiş, ikindi namazında Altunizade İlahiyat camisinden kaldırılacakmış. Şaşırdım, beklenmedik bir şey. Tabii, mecburen ikindi namazını Altunizade'de İlahiyat camisinde kıldık, arkadan da cenaze namazını...
Üsküdar'da toplantım olduğu için namaz öncesinde arkadaşıma taziyede bulunup, cenaze namazını kılar kılmaz hemen ayrıldım, hızlı adımlarla otobüs durağına doğru yürümeye başladım, telaşla ilerlerken bir taraftan da kendi kendime mırıldanmaya başlamıştım: "Allah Allah, akşam düşünüp duruyordum, ne yapsam diye, bir türlü karar verememiştim, namazı Fatih'te mi kılsam, Üsküdar'da mı diye, ikisi de olmadı, Altunizade'de kıldım, Hem de cenaze namazı! Hele ki bu cenaze namazı hiç hesapta yoktu. İyi de o tabutta yatan ben de olabilirdim! Plan yaparken işin bu tarafı hiç aklına gelmiyor, insanın. Ama işte arkadaşımızın babasının cenaze namazını kıldık. Bir gün de benimkini kılacaklar, hem de böyle, belki ansızın oluverecek"
Evet, hem mırıldanıyordum, ama hem de bir taraftan toplantıya geç kalmamak için koşar adımlarla otobüse doğru telaşla gidiyordum.
Yani ne yaparsak yapalım, ne düşünürsek düşünelim, hayat yine de çekiyor, içine doğru. Hem öyle çekiyor ki; kopmak mümkün olmuyor. Hani çalışmaların arasında yorulursun da oturur bir çay içersin, sonra tekrar başlarsın ya yoğun çalışmaya, işte öyle bir şey. Sanki ben de koştururken beş dakika ara verip, biraz nefeslendim, azıcık tefekkür edebilme imkanı bulabildim, ama sonra tekrar dolu dizgin koşuşturmaya devam, hepsi bu...
Bırakmıyor ki hayat!
NOT: Merak ediyorsanız söyleyeyim, toplantıya 15 dakika geç kaldım, ama mazeretimi söyleyince, onlar da başsağlığı dilediler.
26.11.2016, Gürcan Onat.

BANA NE


Hepimizin memleket meseleleriyle ilgilenmesi gerekmiyor elbette. Hele ki, ülkemizde olduğu gibi politika denilince akla yalan söylemek ve iftira atmak geliyor ise.
Amma: “Bırak akışına, gitsin gidebildiği yere kadar” demek de çok doğru olmasa gerek.
Meşhurdur, Kanuni Sultan Süleyman bir gün zamanın kıymetli alimi, kendisinin süt kardeşi, hem de şeyhi olan Yahya efendiye: Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde bir mektup gönderir. Yahya efendi’nin cevabı çok kısadır: “Neme lâzım be Sultanım!
Topkapı Sarayında bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mana veremez. Nihayet kalkar, Yahya efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem yüklü olarak, sorusunu tekrar sorar.
Yahya efendi: “Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir...
Evet, bir memleketi izmihlale uğratan şey, "neme lazım" demekmiş. Yani diğer bir deyişle: “Bana ne”
Şöyle de ifade edebiliriz: “Bir otobüse bindiğimiz zaman hepimiz şoföre müdahale etmeye kalkarsak, adamı arabayı kullanamaz hale getirebilir ve hatta belki de kaza yapmasına bile sebebiyet verebiliriz. Bu doğru, ama şoför uyuklamaya kalkar da, araba zikzak yapmaya başlarsa, o zaman da hepimiz dehşetle koltuğumuzdan fırlar, avaz avaz adama bağırmaya başlarız. Yani bu durumda hiç kimse, sakin bir şekilde: “Bana ne sultanım” demez.
Ya da, şoförün arkasında oturan birileri sürekli şoföre laf atıyor, aracı sürmesine engel olmaya veya şaşırtmaya çalışıyorsa, o zaman da diğer yolcular kayıtsız kalamazlar herhalde. Hemen şoförü lafa tutan adama çemkirmeye başlarız.
O halde, şöyle diyebilir miyiz? Ölçülü olmak kaydıyla elbette memleket meseleleriyle ilgileneceğiz, ifrat ve tefritten uzak, itidalli olmak şartıyla, hak ve hakikat üzere sözümüzü yeri geldiğinde ifade edeceğiz. Provoke ve manipüle edilmemek için de gelişmeleri yakından takip edeceğiz ve biz de provokasyon ve manipülasyon yapmayacağız. Doğruları destekleyeceğiz, yanlışları tenkit edeceğiz.
“Bana ne” demek akıl, fikir sahibi ve halk nezdinde itibarlı kimselere yakışmaz.
“Bana ne” demek, aslında memleketini seven hiç kimseye yakışmaz, vesselam.

KAĞIT TOPLAYICI ÇOCUK VE ÖN YARGI


Kağıt toplayıcı çocuk hemen önümde gidiyordu. Sanırım 30-35 metre ancak vardı aramızda. Onun önünde de el arabalı bir esnaf, paketlerini taşıyordu. Onunla da arası 35-40 metreydi.
Biz böyle peş peşe giderken, en öndeki esnafın el arabasından poşetli bir parça düştü. Adam el arabasını önden çekerek götürdüğü için düşen parçanın farkına varamadı.
Fakat peş peşe gittiğimiz için kağıt toplayıcı çocuk ile biz görmüştük, düşen parçayı. Ne yapsam, seslensem mi acaba diye düşünürken, benim önümde giden kağıt toplayıcı çocuk poşete yaklaşmıştı bile.  Tam önüne gelince de durdu. Ben dikkat kesildim, ne yapacak acaba diye...
Çocuk poşetin içine şöyle bir baktı, sonra arkaya, arabasının üstüne attı. Araba zaten ağzına kadar kağıt dolu olduğu için, onların üzerinde bir yere oturdu, bu poşet de.
Çocuk arabasının kollarından tutup, yürümeye devam etti.
Şaşırmıştım. Tam gözümün önünde olan bu olaya müdahale etmem gerekiyordu. Bağırmak istemedim. Hızlandım, esnafa yetişip, malına sahip çıkmasını söyleyecektim, ama esnaf iş yerine varmıştı bile. Bir kapıdan içeri girdi. Ben biraz daha hızlandım lakin kağıt toplayıcı çocuk benden önce han kapısına vardı ve durdu. Ben duraksar gibi oldum. Çocuk içeriye baktı, seslendi. Esnaf dışarı çıktı. Çocuk arkadan poşeti aldı ve uzattı.
Esnaf: "Bu ne?" dedi, ama poşetini tanıdı. İçine baktı, bayan el çantası vardı, yerinde duruyordu.
Çocuk: "Düştü" dedi.
Esnaf, sert bir şekilde: "Çaldın mı yoksa?" diye çıkışmaya başladı.
Çocuk kendini savunmaya çalışırken, ben yanlarına vardım. Hemen olaya müdahil oldum. Esnafa dönerek, biraz da sert bir şekilde: "Bu çocuğa teşekkür etmen gerekiyor, sen düşürdün, o da aldı, sana getirdi" dedim.
Benim müdahalem ile esnaf kendini toparladı ve hemen: "A, öylemi" diyerek, çocuğa teşekkür etti.
Çocuk çok umursamadı, sakin bir şekilde yoluna devam etmeye başladı. Ben de yürüyünce, bir müddet yan yana gelmiş olduk. Çocuğa döndüm: "Aferin, çok güzel yaptın, seni tebrik ediyorum" dedim. Sonra yolumuz ayrıldı, o sağdaki sokağa girdi, ben soldan devam ettim.
Birden aklıma ben niye bunların fotoğrafını çekmedim diye bir fikir düştü, hemen cep telefonuma davrandım, ama arkadan pek de çekemedim.
İşte dostlar: "Ön yargı diye buna derler, değil mi?"
Yaşadığım bu olayı hiç unutmayacağım. Kağıt toplayan bu çocuklara trafiği aksattıkları için ve şehirde şık olmayan manzaralar oluşturuyorlar diye kızıyordum, ama artık kızmıyorum. Hatta karşımdan bir kağıt toplayıcıyı, arabasıyla geliyor gördüğüm zaman, hemen kenara çekilip, saygıyla yol veriyorum. Ve şefkatle arkasından bakıyorum. Gasp, hırsızlık, soygunculuk yapmayan, alnının teri ve bedeninin gücüyle ekmek parasını çıkartmaya çalışan bu emekçilere şimdi hürmet hisleriyle doluyum. Hele ki, soğuk, sıcak demeden, karlı kış günlerinde veya bunaltıcı sıcakların altında, bazen titreyerek, bazen  terden sucuk gibi halleriyle, kendi başlarına rızıklarını çıkartmaya çalışan bu garibanların, Allah yardımcıları olsun.
Emek kutsaldır! Yeter ki helalinden olsun.
Benim gibi ön yargılı olan, kendisi utansın.

23 Eylül 2019 Pazartesi

ZAMAN VE ENFÜSİ BOYUT


“Her doğru her yerde söylenmez” düsturunu hepimiz çok iyi biliriz. Niye söylenmez? Çünkü işin zaman ve derinlik boyutu vardır onun için!
Bir de, kiminle konuştuğumuz ve ne konuştuğumuz konusu, konuşurken dikkat etmemiz ve hassasiyetle üzerinde durmamız gereken, beşeri münasebetlerin ana unsurlarındandır.
Dünya hayatımız üç boyutlu olarak yaşadığımız bir yaşam şekli olarak algılanmaktadır. Ama aslında dördüncü olarak, zaman boyutu da vardır ve hususiyetle dikkate alınması gereken önemli bir boyuttur.
Sadece zaman boyutu değil, bir de siret değimiz, iç halimizin derinliği vardır. Ehlinin muhteviyatıyla vakıf olduğu bu boyut, ne yazık ki sohbet ve konuşmalarımızda hemen hemen hiç dikkate alınmamaktadır. Hâlbuki o kadar önemli bir boyuttur ki; insan ilişkilerinde en çok hatayı bu boyutu dikkate almadığımız için işlemekteyiz.
Sohbet esnasında bir ayet veya hadis dahi söyleseniz; öyle bir kişiye, öyle bir zamanda ve öyle bir şekilde söylersiniz ki; adeta Kaf dağını tuz buz edersiniz! Binaenaleyh: “Her doğru her yerde söylenmez” denilmiştir.
Özellikle nasihat ederken çok dikkatli olmak zarureti icap etmektedir. Çünkü nasihat vermenin içinde potansiyel olarak: “Sen bu konuyu iyi bilmiyorsun” veya “Ben bu konuyu senden daha iyi biliyorum” manası mündemictir. Dolayısıyla gizli bir kendini beğenmişlik ve Allah korusun kibirli olma halini de hamildir. Bu nedenle sohbetimiz içerisindeki teklif veya önerilerin, makam ve yaş cihetiyle kendimizden büyüklere arz veya takdim, kendimizden küçüklere ise  rica veya istirham şeklinde olmasında fayda mülahaza edilmektedir.
Bu şekilde dahi yapılırken zaman boyutu ve enfüsi boyut hiçbir şekilde  unutulmamalıdır.  
Yoksa kaş yapalım derken göz çıkarır, kalp kırarız, gönül incitiriz. Kırgınlıklara ve üzüntülere sebep olabiliriz. Allah muhafaza eylesin.        
   10.06.2012, Gürcan Onat, Fatih.

Mündemic: Dürülüp sarılan, içine sokulmuş olan, içine alınmış olan.

ALLAH SENİ ASLA UTANDIRMAZ


“Hz. Muhammed’e (s.a.), Hira mağarasında bulunduğu sırada ilk vahiy gelmiş. Bunun üzerine yüreği titreyerek, korku içinde evine dönmüş ve hanımı Hz. Hatice’nin yanına giderek: “Beni örtünüz, beni örtünüz” demişti. Korkusu gidinceye kadar onu örttüler. Sonra Hz. Peygamber başından geçenleri Hz. Hatice’ye anlatarak: “Kendimden korktum” dedi. Hz. Hatice: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin” dedi.”

     Henüz İslam hükümlerinin gelmediği, cahiliye hayatının yaşandığı 1500 yıl öncesinin Mekke şehri, Hanif olan birkaç kişinin dışında, genelde bozulmuş örf ve adetlerin hüküm sürdüğü bir Arap toplumuydu. Eğitim kurumlarının bulunmadığı, okuma yazmanın yaygın olmadığı bu yaşamda, fıtrattan kaynaklanan, herkesin takdir ettiği ortak ahlak değerleri de vardı elbette. Bir kadının dilinden dökülen bu evrensel kaideler, bugün insan hakları mücadelesi veren, tüm insanların ve sivil toplum örgütlerinin ortak paydası olması gereken altın kurallardır:  

1.     Akrabaya bakmak
2.     İşini görmekten aciz olan herkese yardım elini uzatmak
3.     Yoksula vermek, koruyup gözetmek
4.     Hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunmak, evsizlere sahip çıkmak
5.     Misafir ağırlamak
6.     Felakete uğrayanların yardımına koşmak.

     İşte bunlar, vahiy gelmeden önce, putlara tapan, pagan bir toplumda, cahiliyyenin tavan yaptığı ortamda, Muhammed’ül eminin, insana ne kadar değer verdiğini gösteren, güzel ahlakının muhteşem tezahürleridir.
     Bu yaklaşımların; inançların karman çorman olduğu günümüzde, farklı inanç ve düşüncelere sahip insanlara nasıl davranılacağı konusunda tereddüt yaşayan kişilere, özellikle de sivil toplum kuruluşlarında görevli aktif gençlere kılavuz olması gerektiğini düşünüyorum. Hangi inançtan olursa olsun, insan olması münasebetiyle, insanların doğuştan sahip oldukları temel hak ve hürriyetleri vardır. Bu hak ve hürriyetler, hiçbir devlet, kurum, kuruluş veya birey tarafından engellenemez veya inkâr edilemez. Âlemlerin Rabbi tarafından, Cebrail vasıtasıyla özel peygamberlik eğitimine alınmadan önce dahi Hz. Muhammed (s.a.), içinde yaşadığı, o cahili toplumunda, tüm insanlara işte bu güzel ahlakı sergilemiştir.
     Mümin olanlar, İslam kardeşlik hukukuna sahip olurlar. Allah için muhabbet ayrıcalığına kavuşurlar. Mümin olma şerefine nail olamayanlar ise, insan olmaları münasebetiyle, Resulullah’ın vahiyden önceki yaşamında sergilediği örneklerde olduğu gibi, insani temel hak ve hürriyetlere sahiptirler.
Kötülüklerin işlenmesi halinde, hususen o yasaklanan eyleme karşı, Allah için sergilenmesi gereken buğz düsturu yürürlükte kalmak kaydıyla, hepimizin insan haklarına hassasiyet göstermesi gerekmektedir.
    Aynı zamanda da Resulullah efendimiz gibi, zulme karşı insan hakları adına erdemli faaliyetlerde bulunmamız elzemdir, diye düşünüyorum. Farklı inanç ve düşüncedeki insanlarla ancak bu şekilde, birlikte, huzur içinde yaşayabiliriz.                                                                                                        07 Eylül 2014 Pazar Gürcan Onat

21 Eylül 2019 Cumartesi

ALMAK MI, VERMEK Mİ?


Hediye alan insan memnun olur. Hediyeyi veren kişiye karşı kalbinde bir sıcaklık ve yumuşama meydana gelir. Hatta o anki durumuna göre, kalbinden hediye verene doğru bir meyil bile olabilir. Ama aynı zamanda da almak bir yüktür. Çünkü veren insana karşı kendini borçlu hissettirir. Yapılan iyilik karşısında minnet altına gireceği için, kişinin ruhunda bir ezilme emaresi zuhur eder, bu da maneviyatında sıkıntı oluşturur, darlık meydana getirir.
Vermek ise; insanı rahatlatır. Bir insana hediye alıp, ona verdiğiniz zaman içinizdeki duygularınızda da hareketlenme olur. Kalbinizde sevgi üretilmeye başlanır, bu sevgi bir duygu atmosferi oluşturur ve sonra hediye ile birlikte bu duygu da karşınızdaki insana akar. Bu sizin kalbinizde hasıl olan Rahmani bir tecellidir. Dolayısıyla içinizde hoş bir genişleme ve ferahlama hissedersiniz. Huzura bürünürsünüz.
Evet, ne olursa olsun, sonuçta almak daraltır, vermek rahatlatır.
Sevgi de böyledir. Seven sevilenden daha çok mutludur. Asıl lezzeti tadan sevendir, sevilen değil. Çünkü yangın sevenin kalbindedir, sevilenin değil.
Aşkı yaşayan aşıktır, maşuk değil.
O halde veren olmak lazım, alan değil. Kalbinde sevgi üreten ve dağıtan olmak lazım, sevgi toplayan yerine...
Aşık olmak lazım, aşkı yaşamak lazım. Bu aşk ilahi olursa bu gerçek aşktır. Beşeri aşk ise mecazidir, ancak bir gün hakiki aşka dönüşmesi umut edilir, inşaallah.

YER YÜZÜNDE İLK PUTUN İCADI


İlk duyduğum andan itibaren, İslamiyet'ten önce Mekke'de Arapların putlara tapmalarını bir türlü muhayyilemde, bir yere oturtamamıştım. Adem aleyhisselamdan günümüze kadar yaratılmış olan bütün insanların, ilk günden itibaren; akıl, zeka, kalp ve mantıklarının aynı olduğuna, sadece kelime haznelerinin farklı olduğuna inandığım için, aklım  o insanların kendi elleri ile yaptıkları heykeller önünde secdeye kapandıklarını hiç kabullenememişti. Yani karşıdan bakışta son derece anormal olan bu işin, aslında gerçekte ne olduğu, içyüzünün ne olduğu konusunda ciddi meraklar beslemiştim. Ta ki Eyüp Sabri Paşanın (1) Mir'at ı Mekke adlı eserini okuyuncaya kadar. Allah kendisinden razı olsun, Eyüp Sabri Paşa kitabın başında ifade ettiği üzere 60 adet tarihi kaynaklardan istifade ederek bu eserini telif etmiş. Ben de şimdi, bu eserden yararlanarak, yeryüzünde putperestliğin ilk olarak nasıl icat edilip, ne şekilde başladığını özetlemeye çalışacağım.
"Hazreti İdris'in semaya çekilmeye mazhar olduğa zamana kadar Ademoğullarından puta tapınan tek bir fert yoktu. Hazreti İdris semaya çekildiği zaman halifelerinden ve en yakın dostlarından olan bir zat ayrılık acısına dayanamayıp, feryadı figan etmeye başladığından, bu şekilde feryadı mele i ala sakinlerini bizar etti. Bir gün mel'un iblis bu halifenin odasına girerek: "Ey gönlü perişan aşık! Cihanı yakan ayrılık ateşine tahammül mümkün değildir. Bunun ilacının bulunması son derece zor ve belki de hayaldir. Eğer Cenabı İdris'in mübarek şemailini tasvir ederek, odanın içinde bir mahalle koyar, her an ve her zaman bu mücessem sureti görüp, seyreder ve bu sırada onun sohbetinin lezzetini hatırlar ve mülahaza edersen, belki bu ayrılıktan dolayı olan devasız derdine müessir bir çare bulmuş olursun" dedi ve talep olmaksızın, hazreti İdris'in mücessem suretini yapıp, hasret çeken o vefakar muhibbe verdi. Kalbi temiz ve saf olan bu halife hain iblisin şer ve tuzağından gafil olarak, bu cansız sureti alıp, vefat edinceye kadar hasret ve ayrılık ateşini teskin etti. Fakat bu durumu hiç kimseye bildirmeden ömrünü tamamlayıp, vefat etti. Halifenin vefatından sonra hususi odasında çıkan suretleri görenler bunlara bir anlam veremediler. Şeytan tekrar devreye girerek, abidlere mahsus bir kılık ile yanlarına gelip, sesli olarak: "Bana kalırsa bu suret arz ve semaların yaratıcısı olan Cenabı Hakkın sureti olmalı, gizli ibadet makbul olacağından Hazreti İdris ve Halife bu surete tapınarak keyfiyeti bizden gizlediler" dedi. Bu sözleri işitenler iblisin sözüne aldanıp, birer put temin ederek putperestliği icat ettiler. Bu rivayeti Ravzatüs Safa müellifi Mevlana Muhammed Havend Şah'dan nakleden Eyüp Sabri Paşa İdris'in suretini şeytandan alması konusunu tenkit ederek, o sıralar Yunan tarafında yaşayan halife İskalinos'un kendisinin iki adet resim çizdiğini, taat ve ibadet esnasında bu resimlere atfı nazar etmeyi adet haline getirdiğini yazmaktadır. İskalinos'un mü'min ve muvahhid olduğunda şüphe yoktu, bu resimleri putperestlik ayini icra etmek için değil, hazreti İdris'e ta'zim ve riayet etmek için yapmıştı. Ne yazık ki vefat ettiğinde Sab b. İdris ve sair ahmak bilginler bir müddet geçtikten sonra onun putperest olduğunu zan ederek, putlar icat etmeye başladılar. Sonraları herkesin evinde ve her kabilenin merkez ve toplantı yerlerinde birer put ile birer suret bulundurmak ve bunlara son derece hürmet ve ta'zim gösterilerek ubudiyet arz edip, bunlara tapınmak bidati Kabiloğulları arasında dini bir zaruret halini aldı. Bu putlar Nuh tufanı zamanında yere gömülüp kayboldu ise de, iblis vasıtasıyla yerin altından çıkartılmış, Amr b. Luhay b. Kam'a b. İlyas b. Mudar'ın görüş ve tensibiyle Mekke'ye getirilip, tapınılmaya başlanılmıştır.
Fazıl Ebu'l fevz Bağdadi'nin kavline göre ise; bu putlara verilen isimler hazreti İdris'in pederi Yard zamanında hayatta bulunan beş salih zatın isimleridir. Bunların vefatıyla halk çok müteessir oldular. Nesebi Kabiloğullarına dayanan bir adam bu beş zatın mücessem suretlerini çizerek, her birini bu zatların isimleri ile isimlendirip meydana bıraktı ki, matem halindeki halk bu resimlerin etrafında ağlayarak gezinirler, bu şekilde keder ve elemlerini giderirlerdi. Bir asır sonra gelenler muhabbetleri sebebiyle bu putları ta'zim ettiler, üçüncü asırda gelenler ise putları ele alarak tapınmaya teşebbüs edip, Nuh aleyhisselam zamanına kadar böyle devam etti." (2)
İncelediklerimizden anlaşılıyor ki ilk put edinme aşırı muhabbetten, aşırı özlem nedeniyle, iyi niyetle yapılmış olan mücessem resimlerin sonraki nesiller tarafından yanlış değerlendirilmesi neticesi ortaya çıkmıştır. Rivayetlerde iblisin rolü de detaylı bir şekilde zikredilmiştir.
Şunu biliyoruz ki; eski ümmetlerde resim ve heykel yasaklanmış değildi ve yaygın olarak kullanılıyordu.
Demek ki hiçbir zaman dengeyi terk etmememiz gerekmektedir. Muhabbetimizde ve buğzumuzda ifrat ve tefrite düşmemek için de aşırı hassas olmamız icap etmekteymiş, vesselam.
                    Gürcan ONAT, 16.09.2019, 22.00, Fatih.

Dipnot:
(1) Eyüp Sabri Paşa; Rumeli’de Yenişehir’e bağlı Ermiye köyünde doğdu. Babası Seyyid Şerîfülislâm b. Hâc Ahmed’dir. Bahriyeye intisap ederek tersaneden yetiştiği, çeşitli kademelerde görev yaptıktan sonra kaymakam, miralay ve 1302’de (1885) mirlivâ rütbesine yükseldiği, Mekteb-i Rüşdiyye-i Bahrî’de müdürlük ve Mekteb-i Fünûn-ı Bahriyye’de hocalık görevinde bulunduğu bilinmektedir. Bir ara Muhâsebât-ı Bahriyye reisliğiyle Islahât-ı Bahriyye Komisyonu ikinci reisliği yapan ve uzunca bir süre de Hicaz’da memuriyette bulunan Eyüp Sabri Paşa bu görevi sırasında bölgenin tarihiyle de ilgilenmiştir. Hicaz’da yaptığı araştırmalar ve topladığı bilgiler daha sonra yazdığı eserlerin temelini oluşturmuştur. Samimi bir Müslüman olan Eyüp Sabri Paşa gıyabî olarak İdrîs-i Muhtefî’ye (ö. 1024/1615) intisap etmişti. Nitekim İstanbul’da 15 Safer 1308’de (30 Eylül 1890) vefat ettiğinde şeyhinin Kasımpaşa Mezarlığı’nda bulunan kabrinin ayak ucuna defnedilmiştir.
Eyüp Sabri Paşa yoğun askerlik ve memuriyet hayatına rağmen çok sayıda eser kaleme almıştır. Mir’âtü’l Haremeyn. 1289’da (1872) başlayıp on beş yılda tamamladığı bu hacimli eser zamanının en geniş ve ilk Türkçe Haremeyn tarihidir. Üç cilt halinde basılan eserin ilk cildi Mekke’ye (Mir’âtü Mekke, İstanbul 1301), II. cildi Medine’ye (Mir’âtü Medîne, İstanbul 1304), III. cildi de Arap yarımadasına (Mir’âtü Cezîreti’l-Arab, İstanbul 1306) ayrılmıştır. Aralarında Ahmed Midhat Efendi, Muallim Nâci, Ahmed Cevdet Paşa, Mehmed Münif Paşa’nın da bulunduğu birçok tanınmış kişi Mir’âtü’l-Haremeyn’e takriz yazmış ve tarih düşürmüştür. Kitap yayımlandığı yıl ayrıca Tercümân-ı Hakîkat gazetesinde tefrika edilmiştir.
(2) Kâbe ve Mekke Tarihi (Mir'at ı Mekke), Eyüp Sabri Paşa, S. 233-236, Osmanlı Yayınevi.

10 Eylül 2019 Salı

TARİKATLAR MESELESİ


Ülkemizde, özellikle 15 Temmuz 2016 FETÖ kalkışmasından sonra cemaatler, tarikatlar konusuna daha bir farklı bakılmaya başlandı. Bugünlerde ise medyada pek sık yer verildiğini gözlemliyoruz.
Her ne kadar İnkılap kanunları ile tekke ve zaviyeler yasaklanmış olsa da, Osmanlı'dan beri bir vazife yüklenmiş ve halkın eğitiminde çok önemli rol oynamış bulunan tekke ve zaviyeler, öyle bıçak ile kesilir gibi birden kestirilip atılamamıştır. Kanunun ilk çıktığı yıllarda, zamanın Hükumetleri bu konunun üzerinde ısrarla durmuş ve ciddi baskılar uygulamış olsalar da, tarikatlar hiçbir şekilde sonlandırılamamış, sadece gizliliğe büründürülmüştür. Ellili yıllardan sonra Menderes'in ve sağ geleneğin oy deposu olan tarikatlar sağ iktidarlar tarafından korunup, kollanmıştır. CHP ise şiddetle Sünni cemaat ve tarikatların üzerine gitmesine karşın, kendi oy deposu olan Alevi dedeleri ve cemaatleriyle dirsek temasını hiç bırakmamıştır. Yani her ne kadar kanunlar tarikatlara izin vermese de, Siyasi Partilerimiz oy alabilmek için cemaatlerin faaliyetlerine sessiz kalmışlar ve hatta el altından desteklemişlerdir.
Sadece Silahlı Kuvvetler kendi içerisindeki katı Kemalist yapı nedeniyle tarikatlara hiçbir taviz vermemiş, en sert üslubunu kesintisiz sürdürmüştür.
Seksen ihtilâlinden sonra sürpriz bir şekilde iktidara gelen Özal, Türkiye'de bir çok konuda açılım yapmıştır. Dört eğilimi birleştirme iddiasıyla, her siyasi eğilimden çok farklı kişileri bir araya getirebilmiş ve ilk defa tarikatların da açıkça konuşulabildiği bir ortam oluşturmuştur. Kendisinin de yetişmesinde emekleri olan Nakşibendi tekkeleri artık açıkça gündemde yer bulabilmiştir. Her ne kadar Erbakan da İskender paşa cemaati diye meşhur olmuş Nakşibendi tekkesinden yetişmiş olsa da, asıl popülerlik Özal ile sağlanmıştır. Daha doğrusu Özal'dan itibaren artık özellikle Nakşibendiler ve diğer cemaatler gündemde sürekli yerlerini almaya başlamışlardır. Elbette bu gündem; bir tarafın yoğun eleştirisi ve saldırısı, bir tarafın da sessiz, ama sıcak temasları ile devam ede gelmiştir. Ancak Özal çok akıllıca bir iş yaparak, Cem evlerini gündeme taşımış, onlara meşruiyet kazandırmak için hamleler başlatmıştır. Bu durum, Cumhuriyetin kurulduğundan beri hor ve hakir görülen, hatta mensuplarının kimliklerini büyük bir sır olarak sakladıkları, asla ve kat'a kendilerini ifade edemedikleri aleviler için bulunmaz bir fırsat olmuş ve kendilerini kabul ettirebilme adına, aslında hiç haz etmeseler de Sünni cemaatlere tahammül tavırlarını sergilemişlerdir.
Özal'dan sonraki hükumetler de bu serbestiyeti sürdürmüşler, böylece her ne kadar kanunen yasak olsa da, inkılap kanunlarının koruyucusu olduğunu iddia eden CHP'nin de rızası ile Cem evleri açılmış, tarikatlar dolu dizgin faaliyetlerine devam etmişlerdir.
Lakin, neredeyse bütün dünyanın haberdar olduğu Adıyaman Menzil Nakşibendi dergahına otobüslerle sürekli derviş taşınmasına rağmen, kanunen yasak kalkmadığı için, kapısına tabela asılamamıştır. Bir zamanların yasaklısı Said Nursi'nin kitapları Diyanet tarafından bastırılır olmuş, Nur talebeleri her şehirde yüzlerce dershane ve medreseler açmışlar, fakat kanuni meşruiyet elde edilememiştir. Birçok cemaatin birer Radyosu, Televizyonu medyası oluşmasına rağmen resmen kimlikleri ifade edilememiştir. Karagümrük'te Cerrahi Tekkesi  hiç kapanmamış, zikir hiç kesilmemiş, Mevleviler sema yapmış, yurt dışından yüzlerce ziyaretçiler gelmiş, sadece kapısına Cerrahi Tekkesi tabelası asılamamıştır. Oysa bütün herkes bilmektedir ki orası Cerrahi Tekkesidir. Konya'da Mevlana'nın vuslat gecesine Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Ana muhalefet partileri katılmış, konuşmalar yapılmış, sema ayinleri izlenmiş, ama Mevlevilerin tekkelerine tabela asılamamıştır. Tirajıkomik bir durum.
Ülkemizde adeta, yediden yetmişe herkes bilmektedir ki, tarikatlar vardır, faaliyet yürütmektedir ve fakat kanunen yasaktır. Her birimiz, akrabamız, komşumuz, iş arkadaşımız her ne ise, mutlaka bu tarikat ve cemaatlerden  birisine, bir şekilde mutlaka dokunmuşuzdur.
Tarikat adı altında şehvetlerinin kurbanı olmuş sapık örgütlenmeleri saymaz isek, cemaatler içerisinden bir tanesi asli görevinden uzaklaşarak, küresel çapta ve derin planlar içerisinde kendine yer bulmuştur. Adliye, askeriye ve emniyet teşkilatında ciddi anlamda kadrolaşarak, devleti ele geçirmeye çalışmıştır. ABD'nin kontrolündeki bu yapı, Fetullah Gülen liderliğinde kendi ülkesine ihanet ederek, malum meş'um kalkışmasını yapmış, 15 Temmuz 2016'da tankları sokaklara çıkartmıştır. Çok uzun yılların sinsi yapılanması ile devleti ele geçireceğine inanan bu hain, milletimizin muhteşem şahlanışı ile 251 şehide ve binlerce gaziye mal olsa da, büyük bir hezimete uğratılmıştır.
İşte bu, günümüzün Hasan Sabbah'ı ve Haşhaşi hareketinden sonra halkımızın cemaatlere ve tarikatlara bakış açısında da farklılaşmalar başlamıştır. Özal'dan itibaren milletimizin gözünde meşru olup, neredeyse kanunlarda değişiklik yapılarak, devlet nezdinde de meşru hale gelmesi düşünülürken, halkımız şimdi cemaatlerden korkar hale gelmiştir. Özellikle son zamanlarda çok dillendirilmeye başlanan, filan cemaatin de FETÖ gibi ayaklanma yapabileceği ve filan tarikatın filan bakanlıkta kadrolaşması söylemleri ve manipülasyonları insanlarımızı tedirgin, devleti ise paranoyak hale getirmiştir.
Çok kısa bir şekilde özetleme yaptığımız cemaatlerin bundan sonraki halleri ne olacaktır, ya da ne olması gerekiyor, aslında ben bu konuya değinmek istiyorum.
Son cümlemi baştan söyleyeyim, çok açık ve net, tek kelime ile, kanun değişikliği yapılarak tarikatlar devlet nezdinde meşru hale getirilmelidir. Israrla bunu söylüyorum ve söylemeye devam edeceğim. Şimdi gerekçelerimle beraber, neden böyle düşündüğümü anlatayım.
Her şeyden önce, hadiseye insan hakları bağlamında baktığımız taktirde; mevcut, mer'i anayasa ve kanunlarımıza göre devletin koruma altına aldığı düşünce, fikir ve inanç hürriyeti meselesi vardır. Yani herkes dilediği gibi düşünme ve inanma hürriyetine sahiptir, bu en temel insan olma hakkıdır. O halde insanlar kendilerine diledikleri yaşam tarzını seçtikleri gibi, diledikleri bir züht hayatı seçme hürriyetine de sahip olmalıdır. Diledikleri kitabı, diledikleri insanlar ile diledikleri evlerde bir araya gelip, diledikleri şekilde okuma hürriyetine de sahip olmalıdırlar. İnsanlar istedikleri gibi sema, semah ayinleri yapabilmelidirler, zikir çekebilmelidirler. Semazenler ney üfleyip sema yapıyorsa, Aleviler saz çalıp semah yapıyorsa, bunu hangi kimlikte, hangi cem evi veya tekke adı altında yaptığını dile getirme hakkına da sahip olmalıdırlar.
Ama benim bundan daha önemli ve güncel olan gerekçem ise, merdiven altı yuvalanmalar ile saf mütedeyyin halkımızın inancını sömürmek isteyen sapıklardan kurtulmak. Yasaklama ile bu güne kadar bir yere varamadık ve varamayacağız. Cumhuriyetin kurulmasından beri yasak olan tarikatların gelişmesi ve yayılması önlenebildi mi? Hayır! Üstelik en şiddetli baskı ve işkencelerin yapıldığı ilk yıllarda dahi hiçbir tarikat engellenememiş, sadece gizli faaliyet yürütmeleri sağlanmıştır. İşte bu gizlilik nedeniyle, kontrol olamadığı için, onlarca sapık tarikat türemiş, saf ve temiz kalpli insanlarımızı suistimal etmiştir. En son örneğini de dünya çapında örgütlenen FETÖ'de gözlemledik. Merdiven altı yapılanmalardan FETÖ gibi hainlerden ve her türlü cinsel veya maddi çıkar sağlamak isteyen sapkın oluşumlardan kurtulmak istiyorsak, tarikatları serbest haline getirmekten ve bu şekilde denetim altına alabilmekten başka hiçbir çıkış yolumuzun olabileceğini düşünmüyorum.
Bu hususta önerim; Cemaat, Tekke, Dergah veya Medrese  her ne ise kapısına kocaman bir tabela asarak, kimliğini belli etmelidir.
Devletimizin koskoca Diyanet İşleri Başkanlığı vardır. Diyanet bir tekke, medrese veya dergah daha kurulma aşamasında iken, bu yapıyı uzmanları vasıtası ile gerektiği şekilde inceleyerek, en güzel şekilde raporunu verebilir, bu rapora göre uygun ise kurulma gerçekleşir, uygun değil ise sakıncalı olan hususlar giderildikten sonra kurulması sağlanır. Ondan sonra da sürekli denetim halinde bulundurularak, herhangi bir sapkın yapılanmaya evirilmenin önüne geçilmiş olur. Vakıflar veya Maliye Müfettişleri vasıtasıyla da mali gelir gider durumu gözetim altına alınarak, halkımızın sömürülmesi önlenmiş olur. Bu hususta Osmanlı devletinin uygulamaları örnek olarak incelenebilir. Atalarımız nasıl önlemler almış ve nasıl başarmışlar rahatlıkla öğrenebiliriz. Yani yasaklama yerine sıkı denetim. Aslında bu şekilde bir uygulamada iç denetim veya öz denetim de gerçekleşebilir, çünkü açık ve serbest olacağı için, çevre halkı da bu yapılanmayı bileceğinden, isteseler de sapkınlar ve art niyetliler artık bu alanda cirit atamayacaklardır.
Böylece bir taraftan sapık yapılanmaların önüne geçilirken, hakiki manada hizmet etmek isteyenlere de fırsat tanınmış olur. Halkımız da güzel ahlakın öğrenilmesi ve yaşanması konusunda ehil insanlardan layığı veçhile istifade etmiş olur. Güzel ahlakın toplumda yerleşmesi ise hem medeniyetimiz, hem de sağlıklı beşeri münasebetlerimiz açısından çok faydalı sonuçlar doğuracaktır.
Şimdi gelelim en kritik konu olan devlet içinde yapılanma konusuna; yine şahsi düşüncem, tarikat veya cemaat mensupları devlet, kamu ve kurumlarında görev almamalıdırlar. Hele Devlette tarikatların hususi yapılanmaları asla olamaz, olmamalıdır. Zaten tasavvuf dediğimiz oluşum alan itibariyle kamu görevinin tam zıddı bir yapıdır. Yunus'un Taptuk Emre dergahındaki halini düşünün. Benim kafamdaki tekke işte böyle bir şeydir. Eğer nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi yapmak istiyorsanız, sizin ne işiniz var devlet kapısında. Ya tekke, ya devlet kapısı. İkisinin aynı anda yürütülebileceğini düşünmüyorum. Kişiler inanç, kabiliyet ve kapasitelerine göre kendilerine yol belirlemelidir, züht hayatı yaşamak isteyen tekkeye, devletin siyasi kurumlarında vazife almak isteyen de devlet kapısına yönelmelidir. Bir rivayete göre Akşemseddin'in bir rivayete göre de Ebul Vefa'nın Fatih Sultan Mehmet'i tarikata kabul etmemeleri bu hususta güzel bir örnektir. Burada şöyle bir soru karşımıza çıkabilir, milyonlarca tarikat ehli insan devlette görev almayacak, peki kimler alacak? Konunun burası gerçekten son derece hassas sanırım. Devletin memur, işçi alma koşulları kanunlar ile belirlenmiştir. Bu kanunlar çerçevesinde, liyakat sistemine göre kim layık ise, kim şartları haiz ise o kişi yer alacaktır.  Söylemek istediğim, herhangi bir tavassutun işletilmemesi gereğidir. Bu tavassut ister tarikat ilişkisi, ister parti, ister akrabalık olsun. Kişi bir cemaat mensubu olabilir, ama kabiliyet itibarıyla devletin filan kurumunda çok faydalı olacaktır, o zaman liyakati ile gelebilirse bu makamlara gelir, fert olarak vazifesini yapar. Devlet bünyesine personel alırken sadece kanun ve yönetmeliklerle belirlenmiş olan temin şartlarına ve usulüne göre almalıdır; o kişinin etnik kimliği, inancı, fikri, ideolojisi, aidiyeti ve akrabalık bağları kimseyi ilgilendirmemelidir. Böyle olunca  zaten devlette tarikat yapılanması da olamaz. Dolayısı ile Devletin tekke ve zaviyelerden korkmasına da gerek kalmayacaktır.
Bir diğer konu da, cemaatlerin şirketler kurarak, holdingleşmeleri. Bu da tekkelerin ruhuna aykırı bir husustur. Tekkenin şirketle ne alakası olabilir. Zaten dünyadan kaçıp, züht hayatı yaşamak isteyen insanlara siz zengin olmanın yollarını mı göstereceksiniz. Kesinlikle hiçbir ticari alan tarikatların faaliyet alanı değildir ve olmamalıdır. Geçtiğimiz yıllarda tarikatlar resmi olarak aidat toplayamadıkları için -ki halen yasaktır- bu yapılar kendi yaşamlarını sürdürebilmek adına ticari faaliyetlere girmiş, ancak ne yazık ki sonradan bu ticari faaliyetler farklı mecralara sürüklenmiştir. Elbette hoş olmamıştır, çünkü mağduriyetler yaşanmıştır. Oysa sadece tekkenin ihtiyaçları çerçevesinde kalmış olsaydı gayet güzel olacaktı.
İşte böyle şirketleşip, holding olmayan, devlet içinde yapılanma yapmayan sadece dergahında züht hayatı yaşamak isteyen kişilere manevi yolculuk yaptıran müesseseler, yani tekke ve zaviyeler hakkındaki yasak kaldırılarak, tekke ve zaviyeler meşru ve serbest hale getirilmelidir. Devlet izni ile kurulmalı ve denetlenmeli, tek çıkar yol budur.
Biliyorum, bu yazıma çok itirazlar gelecek, kişiler kendi inanç ve düşünceleri doğrultusunda bir tarafından alıp, bir tarafa çekmeye çalışacaklar. Doğrusu bunu bekliyorum. Ama benim burada yapmaya çalıştığım sadece düşüncelerimi ana hatları ile açık ve net, dosdoğru ortaya koymaktır. Yazdıklarımın mutlak doğrular olduğunu iddia etmiyorum. Fakat her paragrafın uzun uzun değerlendirilmeye muhtaç olduğunu söyleyebilirim. Lakin, artık bu konuyu ciddi olarak gündeme alıp, detaylı tartışıp, dikkatle irdeleyerek, en güzel şekilde çözme zamanı gelmiştir, vesselam.                                             
NOT: Hadiseye sadece siyasi, sosyal ve insan hakları bağlamında bakılmıştır, kesinlikle inanç ve itikat ciheti ele alınmamıştır. İslam dininde tekke ve zaviyelerin yeri ve konumu nedir, ne olmalıdır, o benim ihtisas alanımın dışındadır. Bu konu Müfessir, Muhaddis, Meşayih, ve Ulemanın vazifesidir, herkes kendi vazifesini yapmalıdır.                                                                                                         Gürcan ONAT, 09.09.2019, 01.00, Fatih.                 

BİR GÜN BİR İNSAN ÖMRÜ


Mü'minun Suresinin; 112,113, 114. ayeti kerimeleri mealen şu şekildedir:
-Allah, "Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?" diye sorar. (112)
-"Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık, işte saymakla görevli olanlara sor" derler. (113)
-Allah buyurur: "Pek kısa süre kaldınız, keşke bunu (dünyada iken) bilmiş olsaydınız!" (114)
Kur'anı Kerimde Allah Teala çok net bir şekilde "bir günü" zikrederek, bir güne dikkat çekmiş.
Bu bir günün vakitleri öyle safhalara ayrılmış ki; sanki İnsanoğlunun anne rahmindeki sperm yumurta buluşmasından, cennete girinceye kadar yaşamış olduğu bütün bir ömür bu bir gün içerisinde anlatılmış gibi.
Şu şekilde düşünebiliriz; seher vakti sperm ile tohumun buluşma anı, yani döllenme ve bu şekilde biyolojik olarak insanın yaratılmaya başlanması.
Sabah namazı vakti biyolojik canlıya ruh üflenmesi, yani artık insan olarak yaşamının başlaması.
Güneşin doğumu insanın doğuşu, yani anne karnından dünyaya geliş. Güneş ışınları ile yeryüzünün aydınlanması gibi insanoğlunun da ışık ile tanışması.
İşrak vaktine kadar geçen o kırk beş dakikalık kerahet vakti  çocuk hali, yani nasıl o vakitte namaz kılmak mekruh ise insanın yaptıklarından mesul olmadığı, kalemin yazmadığı vakit. İşrak ile birlikte akıl baliğ oluyor, nasıl namaz kılmanın üzerindeki kerahet kalkıyorsa artık mesuliyet başlıyor, kalem de işlemeye başlıyor.
Duha vakti gençlik, delikanlılık zamanı.
Öğlen namazı vakti ise bi'set, 40 yaş, yani en güzel yıllar, çünkü peygamber efendimize nübüvvetin verildiği yaş.
İkindi vakti artık dünyadan ziyade ahrete meyil zamanı, hastalıklar baş göstermeye başlıyor, güneşin ışınları nasıl tesirini azaltıyorsa insanoğlunun da güç ve kuvveti, eski neşvesi, azalmaya başlıyor, ikazlar geliyor, saçlar beyazlamaya, bel bükülmeye başlıyor.
Güneşin batması ise ölüm anı. Güneşin yeryüzünden gitmesi gibi ruhumuzun bedeni terki ile biyolojik canlılığımız son buluyor. Akşam namazı vakti kabre konuluş. Yatsı namazına kadar geçen süre kabir hayatı.
Yatsı namazı hesap için diriliş. Seher vaktine kadar hesapların görülmesi.
Seher geldiğinde, yani tam teheccüt vakti girince hesap görülmesi tamamlanmış olarak, herkes yerli yerine, ya bir lütuf olarak cennete kabul ediliş, ya da cehenneme atılış (Allah muhafaza)
Bu şekilde bir günün tamamlanmış olmasıyla insanın ilk anından, imtihanın son bulup, yeni farklı bir hayata başlama zamanına kadar ömür safhaları da yaşanarak, tamamlanmış olmaktadır.
Cennete girdikten sonra artık bambaşka bir güneş doğacak, bambaşka bir hayat yaşanmaya başlanılacaktır.
Bir günün vakitleri bana ömrümüzün bu şekilde safhalarını düşündürdü. Burada en önemli an elbette seher anıdır, çünkü seherde insan Rabbi ile hususi tefekkür halinde kalabiliyor.  Ayeti kerime ve hadisi şeriflerde övülen seher vakti hakikaten çok farklı his ve duyguların yaşandığı bir vakit. Rabbül aleminin özel iltifat ve tecellilerine mazhar olabilirsiniz. Sperm ile tohumun anne rahminde birleşmeleri gibi Rabbimizin manevi Rahminde, manevi lütuf ve ihsanlarına kavuşma gerçekleşebilir. Manevi letaiflerimize esma tecellileri ile tohumun aşılanması gibi bu vakitte kalbimizde, ruhumuzda, sırrımızda manevi hayat başlayabilir. Bu manevi hayatımız diğer bütün vakitlerde de gelişmesini sürdürerek, son nefesimizi verinceye kadar tekamülünü tamamlayabilir.
Bir günün bütün bu vakitleri her gün bize belki bu şekilde, hal diliyle, bas bas bağırarak bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır, ne dersiniz?

ÇEVİK BİR-28 ŞUBAT-İSRAİL ÖRGÜSÜ

 “Middle East Forum” isimli bir web sitesi var. Bu sitede 2002 yılında “İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail” başlıklı bir makale yayın...