3 Mart 2024 Pazar

ÇEVİK BİR-28 ŞUBAT-İSRAİL ÖRGÜSÜ

 “Middle East Forum” isimli bir web sitesi var. Bu sitede 2002 yılında “İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail” başlıklı bir makale yayınlanmış. Bu makalenin yazarları: Çevik Bir ve Martin Sherman. Bu makalenin tamamını şu linkten okuyabilirsiniz:

https://www.meforum.org/62064/istikrar-icin-formul-turkiye-arti-israil

Evet, bizim meşhur Çevik Bir’imiz. Hani, 28 Şubat post modern darbesini yapıp, sonra yargılanıp, ömür boyu hapse mahkûm edilerek, rütbeleri sökülen Er Çevik Bir!

Er Çevik Bir, bu makalesinde çok önemli ifşaatlarda bulunmuş!

Makalede, İsrail-Türkiye ilişkileri tarihi bilgiler de verilerek detaylı bir şekilde işlenmiş.

Oldukça uzun olan bu makaleden konumuzla alakalı olarak, hiç değiştirmeden, aynen kopyalayarak aldığım cümlelere bakalım:

“İsrail-Türkiye ilişkilerindeki değişim, Türkiye'nin ilişkileri tam büyükelçilik statüsüne yükseltmek için harekete geçtiği Madrid barış konferansının ardından, 1991 yılında başladı. Ancak asıl atılım, Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'in İsrail'i ziyaret ettiği Kasım 1993'te gerçekleşti. Ziyaret sırasında, İsrailli mevkidaşı ile işbirliği konusunda karşılıklı anlayış ve ilkeler üzerine bir mutabakat imzaladı. Döndükten sonra Çetin, Türk-İsrail ilişkilerinin her alanda daha da ilerleyeceğini duyurdu ve iki devletin "Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılmasında" işbirliği yapacağını ekledi. Üst düzey temaslar dâhilinde, 1994'te Türkiye Başbakanı Tansu Çiller ve 1996'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel İsrail'i ziyaret etti. İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann bu ziyaretlere karşılık verdi.

1996'nın başlarına kadar Ankara, askeri işbirliğinden çok İsrail ile ekonomik, teknik ve kültürel bağlardan yana görünüyordu. Ancak 1996'da iki ülke geniş kapsamlı bir askeri koordinasyon anlaşması imzaladı. Anlaşma, diğer şeylerin yanı sıra, İsrail hava kuvvetleri uçaklarının Türk hava sahasını eğitim amaçlı kullanmasını sağladı. Aynı yılın Ağustos ayında iki hükümet, teknik bilgi ve uzmanlık alışverişi için ek bir anlaşma imzaladı ve İsrail'in Türk hava kuvvetlerine ait elliden fazla F-4 Fantom uçağının yenilemesinin yolunu açtı.

1996 anlaşmalarını, her ülkenin ilişkiye verdiği geniş kapsamlı öneme dair karşılıklı açıklamalar ve alelacele gerçekleştirilmiş ziyaretler izledi. Türk ordusu genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997 başlarında İsrail'i ziyaret etti. Bunu, İsrail Dışişleri Bakanı David Levi'nin Ankara ziyareti izledi. Daha sonra Türkiye Savunma Bakanı Turhan Tayan ve (bu makalenin yazarlarından biri olan) Çevik Bir, Mayıs 1997 başında İsrail'e gitti. Aynı yılın Ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak Türkiye'yi ziyaret etti. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında kalabalık bir ekiple geldiler, bu sayede 1997'nin ikinci yarısında her iki ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı buldu.

En yüksek kademelerden gelen siyasi açıklamalar, ilişkinin stratejik önemini açıkça vurguladı. Örneğin Ağustos 1997'de Başbakan Mesut Yılmaz, Türk-İsrail işbirliğinin bölgede "güç dengesi için gerekli" olduğunu belirtti. 1998'de İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu, benzer şekilde, ilişkinin "istikrarsızlığın hüküm sürdüğü yerde istikrarı tetikleyeceğini" söyledi. O dönem İsrail'in savunma bakanı olan İzak Mordeçay, bağların önemini şu terimlerle tasvir ediyordu: "Ellerimizi birbirine kenetlediğimizde güçlü bir yumruk oluşturuyoruz. [...] İlişkimiz, stratejik bir ilişkidir."

Er Çevik Bir, o günleri çok güzel özetlemiş olduğu için; aynı zamanda tarihi bir değerlendirme olması hasebiyle de kısaltmaya kıyamadım, aynen verdim.

Evet, o yıllarda yaşananlar bu şekildeydi. Bugün gerçek yüzünün iyice ortaya çıkmış olduğu işgalci, soykırımcı İsrail için kimler nasıl çırpınmış, net bir şekilde anlatılmış. Hem anlatan da hariçten bir kişi değil; o yıllarda, devletin üst düzey yönetim kademesinde bulunmuş, İsrail dostu olan bir şahıs. Yazılanlar kelimesi kelimesine doğrudur.

Önemli yerlerinin üzerinden geçecek olursak; asker olarak, İsrail’e giden kimmiş?

-Türk ordusu Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997 başlarında İsrail'i ziyaret etmiş!

Çevik Bir, İsrail'e ne zaman gitmiş?

-Mayıs 1997 başında gitmiş.

Aynı yılın ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak Türkiye'yi ziyaret etmiş. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında kalabalık bir ekiple gelmişler; bu sayede 1997'nin ikinci yarısında her iki ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı bulmuş. (Bu satırlar olduğu gibi Er Çevik Bir’in makalesinden alınmadır)

Evet, o yıllarda Türk milletinin başına ne belalar örülmeye başlanmış, günümüzde daha iyi anlaşılıyor..

Kimdir, bu belaları örmeye çalışanlar? Kahraman Ordumuzun Şanlı Üniformasının içine sızmış, aklını ve ruhunu İsrail’e satmış vatan hainleri!

İfşaat bitti mi? Bitmedi!

Onlar bu bağları kurarlarken meğer bazı tehlikeler atlatılmış! Yine, Er Çevik Bir’in makalesinden aynen alıntılıyorum:

“Yeni bağlar birçok zorlu sınavı atlattı, bunlardan en önemlisi, 1996'da İsrail karşıtı ve İslamcı Refah Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan'ın iktidara gelmesiydi. Göreve başladığı ilk günden itibaren Erbakan, hem iç hem de dış siyaset düzleminde, İslami bir ajandayı yürürlüğe koydu. Bu ajanda, eğitim sistemini İslamileştirme arzusunu, Türkiye'yi Arap dünyasına yakınlaştırma vaadini ve İslam devletlerinin "NATO benzeri" bir ittifakı kurmasıyla ilgili vizyonu içeriyordu. Erbakan'ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsanelerle doluydu. Onun için İsrail, "ebedi bir düşman" ve "Arap ve Müslüman dünyasının kalbindeki kanser" idi. İsrail'i İslam inancını zayıflatmakla suçladı, Nil'den Fırat'a uzanan "büyük İsrail" hayali konusunda uyarıda bulundu ve Türkiye'nin ekonomik zorluklarından "Siyonist komplo"nun sorumlu olduğunu iddia etti. Erbakan seçilmeden önce, Ankara'nın İsrail ile ilişkilerini dondurma ve iki ülke arasındaki ikili anlaşmaları iptal etme sözü verdi. Bazı analizciler, Erbakan'ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.

Ama öyle olmadı. Türkiye'nin anayasal sistemine ait hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye'nin İslam'a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan'a söyledi. Hem askeri hem de siyasi liderlerden oluşan güçlü Milli Güvenlik Konseyi'nin (MGK) genel sekreteri, laikliğin yüce değer olduğunu yeniden teyit ederek, Türkiye'deki laik toplumun ve eğitim sisteminin, ülkenin ulusal güvenliğinin temel ilkelerini oluşturduğunu ilân etti. Erbakan kontrol altına alındı. Türkiye ve İsrail, Erbakan'ın MGK'nın baskısıyla istifasını sunduğu Haziran 1997'de sona eren görev süresi boyunca en önemli askeri işbirliği anlaşmalarını imzaladı.”

Er Çevik Bir, rahmetli Başbakanımız Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı da gayet güzel tahlil etmiş; bu nedenle kısaltmadan aynen verdim.

Burada, dikkatlerinize sunmak istediğim çarpıcı bir bölüm var; bakınız, birinci paragrafın sonunda, “Bazı analizciler, Erbakan'ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.” Dedikten sonra, Ama öyle olmadı. Türkiye'nin anayasal sistemine ait hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye'nin İslam'a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan'a söyledi. Çevik Bir'in bizzat kendi kaleminden çıkmış olan bu yazılanların muhteşemliğine ve mana derinliğine bakar mısınız?

Bugün gerçek yüzü, icraatlarıyla tüm dünyada tescillenmiş olan; işgalci, bebek katili, Siyonist İsrail’le ilişkilere Erbakan ölümcül darbeyi indirmesin diye, “modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevli Ordu, boş boş oturup Türkiye'nin İslam'a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan'a söylemiş!"

İlk dikkatimizi çeken cümle; bugün gerçek yüzü ortaya çıkmış olan ve tüm dünya insanlarının nefretle ve lanetle andığı; işgalci, bebek katili, soykırımcı İsrail ile ilişkilere çok önem verilmiş olması... Halk tarafından seçilmiş olan ve milleti temsil eden Başbakanın İsrail'in gerçek yüzünü çok iyi bildiği için; bu lanetli katil sürüsüne layık olduğu muameleyi yapmak istemesine rağmen, Çevik Bir ve şürekası buna izin veremezlermiş! Neden izin veremezlermiş? Nereden geliyor bu İsrail sevdası?

Kendi ağzından ifşaatları ilginç, er Çevik Bir’in. Biz de şimdi soruyoruz: İsrail-Türkiye ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermemek için neler yaptınız?

28 Şubat post modern darbesinin altındaki asıl ve gizli neden, sakın bu olmasın?

Sadrazam Koca Mehmet Ragıp Paşa ne güzel söylemiş: “Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler”

“Kemal Atatürk” ismi de işte böyle, kendi meş’um emelleri için malzeme olarak kullanılmaktadır, bu hainler tarafından!

28 Şubat post modern darbesinin mimarlarından biri olan Çevik Bir yargılandı, suçlu bulundu, rütbeleri söküldü ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Ancak Çevik Bir ve şürekası hainlerin devlete, vatana, millete verdiği hasar telafi edilmedi!

Bu hainlerin, işgalci, Siyonist, bebek katili İsrail’in menfaatleri için canhıraş bu kadar çırpınmaları, bu kadar çabaları nedendir? Bu alçaklar, bu konuda henüz bir soruşturma geçirmediler. O yıllarda İsrail'in menfaatleri için başka neler yaptılar? Bu konu derinlemesine araştırılmadı. İsrail irtibatları detaylı bir şekilde ortaya dökülmedi!

Er Çevik Bir’in makalesinde, açıkça ifade ettiği gibi, İsrail'in çıkarları için son derece başarılı bir hükumeti alaşağı ederek, ülkemizin dirlik ve düzenin bozarak, devletimizi trilyonlarca zarara sokacak olan sonraki süreci başlatan bu hainler, hala bu ihanetleri için yargılanmış değiller!

Rahmetli Erbakan, ömrünün son dönemlerinde, bir mülakatında bu konuyu; tarihi bir vesikayı açıklayarak ifade etmiş! İnternette kolayca bulabileceğiniz bu vesikada; 30 Ekim 1996 tarihli ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher tarafından Ankara ABD büyükelçisine gönderilen bu kripto mesajda şunlar yazılıdır: -" Türkiye, birleşik devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum."

Belgeden anlaşılıyor ki, ABD, 15 Ekim 1996 tarihinde post modern darbe için düğmeye basmış, TSK’ya da görev biçmiş!

Bu iddiayı ilk olarak eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu, 11 Şubat 2007 tarihli Vakit Gazetesi’ne yaptığı açıklamada dile getirmiş.  Yazıcıoğlu:  “28 Şubatın startı ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği çok gizli bir yazıyla verilmiştir”, demiştir.

Ne yazık ki bu kirli ilişkiler ve hainlikler yeterince deşifre edilememiş; birçok karanlık ilişkilerin üzerinden örtü kaldırılamamıştır. O yıllarda başımıza ne tür çorapların örüldüğünü anlamak ve tüm ihanetlerin açığa çıkması için, Er Çevik Bir’in ve BÇG şarlatanlarının İsrail ve ABD ile ilişkileri detaylı bir şekilde araştırılmalıdır!

Kendi ülkesinin menfaatlerini değil de ABD ve İsrail'in menfaatlerini gözeten satılmışlar ve Siyonist ajanlar açığa çıkartılmalıdır!

Ülkemizin zararına neler yapılmış ise artık ortaya dökülerek, hepsinin hesapları sorulmalıdır...

Allah Teala devletimizi, milletimizi ahmaklardan, satılmışlardan ve vatan hainlerinden muhafaza eylesin.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 03. 03. 2024, 17.00, Fatih.

 

21 Ocak 2024 Pazar

SINIRSIZ KATLİAM

Gazze'de İsrail'in katliamları 106 günü, şehitlerimizin sayısı 25.000'i geçti. Ve daha tüm hızıyla devam ediyor.

Modern teknolojinin imkanları sayesinde tüm dünya, adeta canlı yayında izler gibi katliamları izlemeye devam ediyoruz. İşin kötüsü, o kadar alıştık ki parçalanmış bebek vücutları görmeye artık ilk günkü gibi tesir de etmiyor... Kanıksadık!

Daha ilk günde ABD, İngiltere, Fransa vs emperyalist devletlerin desteği nedeniyle, Türkiye ve birkaç devletin çığlıklarından başka hiçbir ülke yönetimlerinden çıt çıkmadan, sınırsız katliam devam ediyor. Tüm dünya izlemeye devam ediyor...

Sınırsız katliam!

Biz, şu an dünyada yaşamakta olan insanlar böyle bir vahşeti, bu kadar aleni bir şekilde görmemiştik. Irakta, Suriye'de benzerlerini gördü isek de böylesini görmemiştik. Masum insanlar, çocuklar, kadınlar, acezeler üzerine böylesine tek taraflı olarak bomba yağdırılmasını, dünyadan tecrit edilerek, açık hava hapishanesine alınıp, aç bırakılmalarını, her gün binlerce ton bombalar altında yaşamaya mahkum edilmelerini görmemiştik. Bir devletin tüm savaş gücüyle; tankları, topları, uçaklarıyla sivil halkın üzerine bu kadar bomba yağdırıp, sınırsız katliamlarını görmemiştik. Bir kaç devletin dışında tüm dünya devletlerinin çıt çıkarmadan masum halkların çoluk çocuk, kadın ihtiyar demeden katledilmelerini seyretmelerini ve hatta destek vermelerini ilk defa görüyoruz.

Daha iyi anlayabilmek için şöyle yapsak; Gazze'de Yahudiler yaşıyor olsa, dışarıda Filistinliler olsa ve Filistinliler Yahudilere aynı şeyleri yapmış olsa, tüm dünyada nasıl bir tepki olur, neler yaşanır? Olacakları düşünebiliyor musunuz? Düşünemezsiniz. Size onun hayalini bile kurdurtmaz, hakim güçler...

Yahudilerin ne kadar güçlü olduklarını da bu yaşananlar sayesinde müşahede etmiş olduk. Her ne kadar, İsrail'de yaşayan bir avuç Yahudi olsalar da dünya devletlerinin yönetimlerini nasıl avuçlarına almış olduklarını, dünya sermayesini nasıl kontrolleri altına alarak yönettiklerini, dünyanın nasıl hakimleri konumunda olduklarını aleni bir şekilde gözlemlemiş olduk.

Evet ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere bir çok devlet yönetimleri Yahudilerin kontrolleri altında, bunda hiçbir tereddüt kalmamıştır.

Lakin insanlık vicdanı her şeyi görmüş, algılamış ve daha fazla tahammül edemeyerek, isyan noktasına gelmiştir. İsrail güdümündeki devletlerin halkları dahil olmak üzere, dünyadaki tüm fıtri vicdan ve haysiyetini kaybetmemiş olan insanlar ayaklanarak, kitleler halinde hem kendi yönetimlerine hem İsrail yönetimine haykırıyorlar. Bu zulüm dursun diye hemen her gün yürüyüş düzenliyor, çığlıkları ile atmosferi inletiyorlar. Elbette, bu çığlıkları Rabbül alemin duyuyor, elbette vahşi katliamları görüyor, imtihan sırrınca her ne kadar müdahil olmuyorsa da elbette gayretullaha dokunacaktır.

Ancak, önemli olan dünya imtihanında sınavını vermekte olan bizler ne yapıyoruz, ne yapamıyoruz, ne yapmamız lazım, bu değil mi?

Açık söyleyeyim; Müslüman alemi Müslüman kardeşlerine yapılan bu zulüm karşısında olması gerektiği gibi tavır sergileyemeyerek yeterli tepkiyi verememiştir. Tüm Müslüman ülkeler olarak ayağa kalkıp, sınıra doğru koşmalıydık. Sadece STK'lar ve halkımız bu tepkiyi sergilemiş ve sergilemeye devam etmektedir. Lakin dünya insanları insanlık adına çok daha güzel tepki vermiş ve hala da vermeye devam etmektedir. Zaten Gazze'de olanlar, insanlık meselesi haline gelmiştir. Sınırsız insan katliamı ile insanlık ölmektedir. Ruhlarında zerre kadar dahi insanlık vicdanı ve merhameti kalmış olan insanlar, bu zulme tahammül edemeyerek, imkanları ölçüsünde tepkilerini vermişler ve vermeye devam etmektedirler.

Bu sınırsız katliamın sorumlusu sadece Siyonistler değildir. Başta ABD, İngiltere, Fransa olmak üzere, destek veren tüm devlet yönetimleri ve tüm Yahudilerdir.  Sadece, destek veren ülkelerin vicdan sahibi halkları ile katliama katılmadıklarını açıklayan dindar Yahudi cemaatleri hariçtir. Bu zulme tepki göstermeyen her Yahudi nerede yaşıyorsa yaşasın bu zulme ortaktır. Bu zulme tepki göstermeyen her insan nerede yaşıyorsa yaşasın bu zulme ortaktır. İş bu seviyeye gelmiştir!

Dünya insanları ikiye ayrılmış durumdalar; fıtri vicdan ve merhamet sahibi insanlar ile vicdanlarını köreltip, esfeli safiline düşmüş olan hayvandan daha aşağı mahluklar...

Eğer bu sınırsız katliam devam ederse, korkarım gayretullaha dokunan bu zulüm nedeni ile dünyayı büyük felaketler beklemektedir. Tüm insanlık alemi olarak, daha güçlü bir şekilde bu sınırsız vahşeti durdurmanın yollarını aramalıyız.

En ciddi olarak, en gür sesi ile Türkiye çaba sarf ediyor. Diğer ülkeleri de daha fazla bu gayrete dahil etmeliyiz. Protestoları daha etkili olacak şekilde artırmalıyız. Boykotları daha tesirli olacak şekilde daha da çoğaltmalıyız.

Kuduz köpekten daha azgın bir hale gelmiş olan İsrail yönetimi Gazze'de hiçbir canlı kalmayıncaya kadar vahşet sergilemeye devam etmekte kararlı! Destekçileri de gözlerini karartmış durumdalar. İş, tüm dünya insanlığının vicdanına ve gayretine kalmıştır. Yahudi'nin anladığı tek lisan güçtür!

Ne gerekiyorsa, sonuna kadar hiç tereddüt etmeden, gözümüzü kırpmadan yapmalıyız!

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 21. 01.2024, 20.00, Fatih.

26 Aralık 2023 Salı

Harp Okullarında Müfredat

23 Aralık Cumartesi günü akşamı Akit TV'de, Muharrem Coşkun'un "Kırmızı Masa" Programına konuk olduk.

Programın ana konusu, Tuzladaki Cuntacı Teğmenler Meselesiydi.

Malum çevre konuyu her zamanki gibi çarpıtma ve saptırma derdiyle, yalan yanlış programlar yapıyorlar ve Atatürk'ü sopa gibi kullanarak, dindarları baskı altına almaya çalışıyorlar.

Aşağıda linkini koyduğum programda bugüne kadar yapılan tezviratlara yeterince açık ve net cevaplar verdiğimizi düşünüyorum.

Hala, sakız gibi mülakatları SADAT'ın yaptığını dillendiren art niyetli zevat umarım artık, bu gevişi getirmekten vazgeçer.

Son kez yazmış olayım; SADAT diye söz ettikleri kişi, ben yani Gürcan Onat'tır! Evet, ben mülakatlara katıldım. Lakin, kafalarının basmadığı konu, ben orada koordinatör idim. Bunun anlamı şu ki; mülakatlara giren kişi değildim. Mülakatların işleyişini yürüten kişiydim. Daha açık yazayım; odalarda mülakatlar yapılırken ben dışarıda, diğer muvazzaf koordinatörlerle birlikte ayrı bir odada bekleyen kişiydim. Mülakatlara giren kişiler MSB'lığı tarafından belirlenmiş kişilerdi. Ki, bu kişiler toplamda 250 kişiyi bulmaktadır. Mülakatları SADAT yaptı diyen müfteriler aslında, bir anlamda, bu 250 kişiye hakaret etmektedir. 35-40 arasında komisyon kuruluyordu. Her bir komisyonda 5 üye oluyordu. Birincisi: Başkan MSB'lığında Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı veya Daire Başkanlarından müteşekkildi. İkincisi: Emekli Subay/Astsubaylardı. Üçüncüsü: Bakanlıklarda görevli müfettişlerdi. Dördüncüsü: Muvazzaf Subay/Astsubaylardı, üniformaları ile katılıyorlardı. Beşincisi: MEB'lığından ve Hastanelerden çağırılan psikologlardı. Her üyenin verdiği notların aritmetik ortalaması alınıyor, adayın mülakat notu belirleniyordu. Toplamda 250 kişiyi bulan bu mülakatlarda 1 kişi, mülakatlara katılmış olsa bile; ne kadar etkili olabilir, Allah rızası için söyleyin? Hiç kimsenin kendi ideolojik kavgası için bu 250 saygıdeğer kişiyi aşağılamaya hakkı ve yetkisi yoktur. Eğer hala anlamayanlar varsa lütfen zekâ kontrolü yaptırsın.

Kalkışmadan sonra yapılan bu alımlarda MSÜ'ne tarikatçı ve cemaatçiler kesinlikle alınmadılar. Mülakatları yapan görevliler son derece hassas ve dikkatli davranmıştır. Eğer alınmış olsaydı; şimdiye kadar delili ve belgesi ile çoktan patlamış olurdu; zira o görevliler içerisinde her düşünce ve zihniyette hatta kendisini farklı siyasi partilere yakın hisseden kişiler vardı! Ufak tefek görüş ayrılıkları, farklı değerlendirmeler oluyordu. Biz, devreye giriyor orta noktada, uzlaşma zeminini buluyorduk. Bu, zaten işin sağlığı açısından normal olandı.

Peki, bu cuntacı teğmenler nasıl oluşmuştur?

Televizyon Programında zaman yetmedi, her şeyi anlatamadık.

Çok açık ve net olarak ifade ediyorum ki; Kara Harp Okulunda derin bir yapılanma seziyorum!

Mülakatlardan geçen çocuklar pırıl pırıl Anadolu evlatlarıydı. Ne olmuş ise; Kara Harp Okulunda bunların eğitim ve öğretimi sürecinde olmuş!

Acilen, Kara Harp Okulunda müfredat incelenmelidir. Özellikle askeri dersler nelerdir? Bu derslere giren emekli subaylar kimlerdir? Bu dersler esnasında öğrencilere neler anlatılmıştır?

Mağdur olan teğmenin avukatı ile görüştüm; cuntacı teğmenlerin whatsapp yazışmalarında, dışarıda bazı emekli subay ve generallerle görüştüklerine dair ifadeler bulunmaktaymış. Bazı Siyasiler ile irtibat halinde oldukları geçiyormuş. Konu mahkemeye intikal ettiğinden, dava sürecinde daha fazla söz söyleyemiyoruz. Avukatlarından şunu da duydum; Yeni Şafak gazetesinin yayınladığı whatsapp yazışmaları, olanın az bir kısmı imiş, daha gerisi de varmış.

Bir teğmen, devre arkadaşına karşı; onu öldürecek, siyanürle zehirleyecek, kılıçla kesecek kadar nasıl düşman haline getirilip, kinlendirilebilir? Kuzey Irak'ta yanına düşerse teröristten önce kendisi gebertecekmiş! Tıpkı, Balkan bozgunumuz gibi! Tarihten ders almamışız!

Durum vahim! Kara Harp Okulunda bu çocukların zihinlerini iğfal edenler, kin ve nefret tohumları ekenler kimler? Cuntacı teğmenler kimlerle irtibat halindeler?  Acilen inceleme başlatılmalıdır.  

Fotomontajla, Kâbe’nin üzerine Atatürk resmi oturtup, bunu whatsapp gruplarında nasıl paylaşabiliyorlar? Atatürk eline fotomontajla silah verip, karşısına Cumhurbaşkanımızı hedef olarak koymak, nasıl bir zihniyettir? Nefret ettikleri kişileri Atatürk büstüne secde ettirmek ne demek? Kara Harp Okulunda pagan eğitimi mi veriliyor?

Acilen, müfredat içerisine; Darbeler Tarihi, Demokrasi, İnsan Hakları, İslam Akaidi dersleri konulmalıdır!

Son olarak açık ve net olarak ifade ediyorum: Bu yaşananların proje olduğunu düşünüyorum. Askeri vesayeti canlandırmanın ilk adımıdır. Operasyon yapmak isteyen darbeci odak, Atatürk karşıtı diye birisini damgalayıp olay çıkarmak için tuzak kuruyor. Üst rütbelilerden destek almadan sadece teğmenler organize olamaz. Namaza özgürce gitmenin önünü kesmek için korku uyandırıp askeri vesayeti hortlatmak istiyorlar. Namaz kılanlar Atatürk düşmanıdır önyargısını pekiştirme planları var! Üst rütbeliler namaza giden kişileri destekleyen adımlar atmazlarsa bu durum büyür. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları harp okullarında ve piyade okulunda cuma namazı kılarsa oyun bozulur.

Ordumuz, milletimizin gözbebeğidir.

Geçmiş yıllara dönmeye tahammülümüz yoktur.

Dünyada önemli gelişmeler olurken; bizi aşağılık hile ve oyunlarla meşgul ederek, birbirimize düşürmelerine izin veremeyiz!

"Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet

Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklal"

Gürcan Onat, 26.12.2023, Fatih

https://www.youtube.com/watch?v=oVKi6mGj-Nw



19 Aralık 2023 Salı

CUNTACI TEĞMENLER MESELESİ

Kasım ayında Tuzla piyade okulunda teğmenler arasında bir şeyler oldu. Basına da yansıyan bu hadise üzerine bazı tepkiler gösterildi; MSB ’lığı tarafından soruşturma da açıldı, lakin adet olduğu veçhile pek de üzerinde durulmadan, bir an önce kapatılmaya çalışıldığı da gözlerden kaçmadı.

“Aman canım ne ki, alt tarafı teğmen bunlar, daha rütbeleri ne bunların” diye düşünebilirsiniz. “Aman Allah’ım, neler oluyor cunta hortladı, derhal kelleler uçurulsun” da diyebilirsiniz…

Ben ise, bu olay hakkında geriye de yönelik olarak, idari ve hukuki inceleme başlatılması gerektiğini, değerlendiriyorum.

12 Eylül 1980 darbesinde Hava Harp Okulunda 3 yılını tamamlamış bir öğrenci olmam hasebiyle, o yıllarda yaşadıklarımı unutmuş değilim. 28 Şubat post modern darbe sürecini hala tüm sıcaklığı ile hatırlamam sebebiyle; her ne kadar artık bizim devrelerimizin tamamı emekli olmuş olsa da TSK yapısının ne olduğunu çok iyi bilen bir kişi olarak, bu hadisenin ciddiye alınması gerektiğini ifade ediyorum.  

FETÖ kalkışmasına Millet olarak Cumhuriyet tarihinin en şanlı direnişini gösterip, Osmanlı tokadıyla tüm darbecileri, yurt dışı bağlantıları ile birlikte yerle yeksan etmemizi müteakiben; “artık darbeler ve darbe zihniyeti bitmiştir” naraları atmış olsak da şimdi bir durup, “hele, neler oluyor arkadaş” demek icap etmiştir. Bu, teğmenler vesilesiyle...

Darbeler bitti mi, bitmedi mi? Bitmedi ise neden bitmedi?

FETÖ kalkışmasından sonra tüm askeri okullar boşaltıldı. Çok ciddi temizlik yapıldı. Devlet paranoyak derecede aşırı tepki ile büyük operasyonlar gerçekleştirdi. Haklıydı. Ölüm kalım meselesiydi. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” durumu vardı. “Ya herro ya merro” denildi. ABD aparatı FETÖ, en tehlikeli kanser hastalığı gibi bünyeden temizlenmeye çalışıldı. Buna rağmen, kriptolar varlığını sürdürmeye devam ediyorlar…

Sıfırlanan askeri okullara yeni öğrenci alınırken, Cumhuriyet tarihinin en titiz, en dikkatli mülakatları yapıldı. Mülakatlara bizzat girmesem de komisyonları koordine eden kişi olarak komisyonlarda görev alan tüm üyelerin ne kadar ciddi ve hassas çalıştıklarına şahit oldum. FETÖ iltisaklı bir yana, adeta hasbel kader uzaktan onlara bakmış insanlar dahi alınmadılar. Akrabalık derecesinde suyunun suyu bile düşünüldü. Vatanını milletini seven saf Anadolu çocukları tercih edilmeye çalışıldı. Çocukların zihinlerinde darbeciliğin tozu dahi olmasın diye hassas davranıldı.  

Peki o halde bu çocuklar içerisinden nasıl, cuntacılık emareleri gösteren, Tuzladaki teğmenler hadisesi zuhur etti? Bu meselenin, “bir teğmenin 10 Kasım töreninde yakasına Atatürk fotoğrafı takmamış olması” kadar basit olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Hayır, ben bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Yakaya bir fotoğraf takılmaması aynı üniformayı giyen iki teğmeni, birbirine bu kadar düşmanca kavgaya götürmez! Belli ki içeride kamplaşma var! Birileri ikilik oluşturmaya çalışmış! Acı ki başarılmış!

Ankara’da mülakatlar esnasındaki şahsi gözlemim ve o zamanlarda kulağıma gelen fısıltıları dikkate aldığımda bende oluşan kanaat; gözlem altına almamız gereken en önemli hususun askeri okullar ve müfredatları olduğu yönündedir.

Mülakatlarda liyakatli, tertemiz çocuklar seçilip, Milli Savunma Üniversitesine gönderildi. Peki, Harp Okullarında neler oldu?

Sayın Cumhurbaşkanımıza açıkça sesleniyorum: “FETÖ Kalkışmasından sonraki öğretim yıllarında, Harp Okullarında ders veren öğretim görevlileri hakkında, emekli ve muvazzaf ayırımı yapmaksızın inceleme başlatılması talimatını verir misiniz, lütfen!”

Kalkışmadan sonra oluşturulan mülakat komisyonlarında görev alan emekli ve muvazzaf askerler ile Bakanlıklardan gelen görevliler, vazifelerini en güzel şekilde yerine getirmişlerdir. Pırıl pırıl öğrenciler seçilerek okullara gönderilmiştir. Peki, okullarda eğitim başladıktan sonra, bilhassa Kara Harp Okulunda özellikle askeri derslerde bu çocuklara neler verilmiştir?

Evet, MSB Rektörü Prof. Erhan Afyoncu ve Kara, Deniz, Hava Harp Okullarının Dekanları da isabetli seçimlerdi. Görevlerinin gereğini yapmaya çalışmışlardır. Kesinlikle onlar hakkında şüphe oluşturma gibi bir niyetim yoktur ve olamaz da. Ancak, bu insanlar sivildiler ve kuruma yabancıydılar. Ellerinde de sihirli değnek yoktu. Derslere eski öğretim görevlileri girmeye devam ettiler. Okullarda görev yapan öğretim görevlileri içlerinde yeterince temizlik yapılmamıştı veya yapılamamıştı. Darbeci zihniyeti taşıyan muvazzaf ve emekli subaylar askeri konularda ders vermeye devam ettiler. İşte teğmenlerin hadisesi bu durumun sonucudur.

Diğer önemli konu ise müfredat! Müfredatta yeterli düzenleme yapılabilmiş miydi? Mesela; demokrasi dersi var mı? Darbeler tarihi dersi var mı? Yapılan bütün darbeler lanetlenerek anlatılıyor mu? İnsan Hakları dersi konulmuş mu? Başka üniversitelerde çok gerekmese de MSÜ'nde bu ve benzeri dersler mutlaka olmalıdır.

Neticeyi kelam; her şerrin hayra bakan bir tarafı da olurmuş, düşüncesinden hareketle teğmenler hadisesi bir sinyal olarak değerlendirilerek; Harp Okullarında hangi dersler okutuluyor ve özellikle askeri alanlardaki derslere kimler giriyor? Bu konu acilen ele alınmalıdır.

Pansuman tedbirlerle derin yaralar kapatılamaz!

Evet, “artık darbeler ve darbe dönemleri bitmiştir” diyoruz.

Ama, zihinlerden de tamamen temizlenmeden darbeler bitmez!

Eğer, saf çocukların zihinlerine, birileri hala zehir enjekte etmeye devam ediyorlarsa, önlem almamak çok büyük gaflettir.

Milli gururumuz, iftihar vesilemiz olan ordumuz yurt dışında, özellikle terör bölgelerinde üstün başarılara imza atarken, içeride üç beş darbeci kalıntısının bu güzellikleri zedelemeye kalkmasına tahammül edilemez, taviz verilemez, tolerans gösterilemez.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 19.12.2023, Fatih.

10 Kasım 2023 Cuma

Peki, ben ne yapmalıyım?

Siyonistlerin işgalci terör devleti İsrail, katliamlarını sürdürüyor.

Hem de tüm dünyanın gözü önünde!

Bütün dünya sakinleri, sanki bir Amerikan filmi izler gibi seyretmeye devam ediyor.

Masum insanların, bebeklerin parçalanmış vücutlarını artık görmeye tahammül edemeyen vicdan sahipleri tepkilerini koymaya çalışarak, en azından Siyonistlere lanetler okuyor.

Kardeşlik hukukunun şuurunda olan Müslümanlar ve vicdan sahibi sol gruplar kitlesel protesto eylemlerini yapıyor.

Ama, soykırım en vahşi şekliyle işlenmeye devam ediyor. Gözü ve ruhu kapkara olmuş, insanlık duygularından nasipsiz Siyonist, zerre kadar etkilenmeden tüm gücüyle katliamlarına devam ediyor.

Eminim ki, birçok vicdan sahibi insan, “ben ne yapmalıyım” diye, kendi kendine, ciddi olarak arayış içerisinde çırpınıyor.

Artık gelinen durumda, söz söyleme zamanı aşılmış, eylem zamanı çoktan zuhur etmiştir.

Cumhurbaşkanımız devlet aklını işleterek, devlet olarak icap eden sorumluluklarını gereği gibi yapma çabası içerisindedir. Siyasi partiler vicdanları ve insaniyetleri nispetinde gayret sarf ediyorlar. Sivil Toplum Kuruluşları sürekli etkinlik planlıyor. İnsani Yardım Kuruluşları faaliyetlerini sürdürüyor. Aslında, tüm dünyada vicdan sahibi, insani değerlerini henüz tam yitirmemiş kim varsa, bir şeyler yapma gayretlerini sergiliyorlar.

Yine de yapılanlar çok yetersiz, zira hala masum canlar, bebekler Siyonist bombalarla parça parça ediliyorlar.

Şimdi, tüm insanların, tüm güçleri ile seferber olma zamanıdır. Eğer, ekran karşısında katliamları izleyip, “ben ne yapmalıyım?” diye kendimize soramıyorsak, durum şahsımız için vahim demektir. Bu, hala insanlık tekamülümüzü tamamlayamamışız anlamına gelir.

Peki, biz ne yapmalıyız?

Bu soruyu kendine sorabilen kişi mutlaka yapılacak işlere ulaşıyordur ve de yapıyordur.

En basiti, hemen kullandığımız kredi kartlarını TROY karta dönüştürebiliriz. Ben ve eşim yaptık çok şükür. Çok basit ve fakat çok önemli bir işlem.

Artık, herkesin ezberlediği Siyonistlere ait ürünleri kesinlikle kullanmayıp, çevremizde kullanan yakınlarımıza müdahale edebiliriz. Bu ürünleri raflarından kaldırmayan market sahiplerini kibar bir şekilde uyarabiliriz.

İmanımız veya insanlığımız ölçüsünde rahatımızdan ve konforumuzdan fedakârlık yapmaya başlamalıyız…

Çevremizdeki protesto eylemlerine dahil olup, Siyonist katillere karşı atılan sloganlara iştirak edip biz de olanca sesimizle haykırabiliriz.

Yardım kuruluşlarımızın topladığı infaka gücümüz nispetinde destek verebiliriz.

Ülkemizdeki, Musevi ve İsevi vatandaşlarımız ile teşriki mesai yaparak, hep birlikte Siyonistlerin katliamlarına karşı eylemler organize edebiliriz. Hayvan sevenleri de haberdar edebiliriz, zira Gazze’de kediler, köpekler ve kuşlar da öldürülüyor.

Bu eylemlerin hepsi bizim insanlığımızın ve vicdanlarımızın gereğidir. Yoksa biz çok iyi biliyoruz ki, Siyonist katil durmayacak, Gazze’de nefes alan hiçbir canlı varlık kalmayıncaya kadar katliamlarına devam etmek isteyecektir.

Şunu da çok iyi biliyoruz ki; Siyonist’in anladığı tek dil güçtür. Bu nedenle, şahsen Cumhurbaşkanımızın; Mehmetçiği Gazze’ye gönderme fikrini değerlendirmeye almasını kaçınılmaz olarak görmekteyim. Eğer, Mehmetçik gidemez ise, seferberlik ilan edilsin. Yaşım 64 oldu, ama ilk ben koşmaya hazırım, Askerlik Şubesi önüne. Şundan da eminim, binlerce gencin şu an kanı kaynamakta ve “ah bir sefer imkânı olsa Siyonist’in tepesine binsem” diye hayal kurmaktadır.

Açık söylüyorum; bu kadar vahşet karşısında eğer hala “ben ne yapabilirim” sorusunu zihninizde dolaştırmaya başlamamışsanız, insan olma gelişiminizi tamamlamamışsınız, balçık olarak yaşıyorsunuz demektir. Sizin, daha fazla bebek, daha fazla çocuk katliamlarını, o küçücük parçalanmış bedenleri izlemeniz gerekiyor demektir. İzlemeye devam edin, izledikçe belki kurumuş olan insani letaifleriniz canlanmaya başlar, insani duygularınız kıpırdanmaya başlar…

Adalet Cesaret İster

Herkes şunu bilsin ki; O gün gelecek, mutlaka gelecek, kesinlikle gelecek…

Gürcan Onat, 10.11.2023. 17.00, Fatih 

22 Eylül 2023 Cuma

ŞERİATÇI MISIN?

-          Sen şeriatçı mısın?

Diye sorarlar, bazen, birileri…

Sohbet ederken, nasıl olursa birden geliverir, bu soru. Zaten genellikle öyle pattak çıkıverir.  Bir değil, aslında çok tekrarını yaşamıştım ben, namaza başladığım günden itibaren…

Ama artık tecrübeliyim. Tak, diye cevabını yapıştırmıyorum, gayri. Önce karşı soru ile mevzuyu biraz açmaya çalışıyorum.

-          Şeriat nedir, senin düşüncene göre? Kavramın muhtevası konusunda hem fikir olalım ki; iletişimimiz sağlıklı olsun, değil mi?

Söz, bir iletişim aracı. Kavramlar ise, zihnimizdeki anlamları yüklediğimiz sözel disiplinler. Kavramların, mucitleri tarafından içlerine yüklenen hakiki manaları olsa da her zihin, her kavrama kendi müktesebatına münasip hususi bir mana atfetmektedir, uygulamada.

Konuşmalarımızdaki ayrılık ve tartışmalarımız, işte bu farklı muhteviyat nedeni ile olmaktadır.

-          Sen bana böyle, dedin

-          Hayır, ben sana bunu, dedim

-          Böyle dedin, işte

-          Ya ben, onu değil, bunu demek istedim…

Uzar gider… Konu bırakılır, ne demek istediğimizi anlatmaya döner, sohbet.

Modası hiç geçmeyen suçlama, “şeriatçılık” yaftasıdır.

Malum zihniyet, her fırsatta bu yaftayı yapıştırıverir:

-          Yoksa, sen şeriatçı mısın? Şeriat mı istiyorsun?

Bu yaftayı yiyen kişi, artık inanç seviyesine göre kılıktan kılığa girerek, kıvranır durur.

Yafta, kelimesini kasıtlı kullanıyorum. Zira, farklı zihinlerde olanları açmaya çalışıyorum. Aslında, elbette “şeriat” kelimesi özü itibarıyla “yafta” kelimesini hak eden bir kelime değil. Lakin, öyle zihniyetler var ki; şeriat kavramını büyük bir cürüm gibi değerlendirmektedir. Hepimizin çevresinde vardır, bu şahıslar.

Bu kişiler, size “şeriatçı mısın” derken; ya sizi bir tuzağa çekmek istiyor ya korkutup bastırmaya çalışıyor ya da hakaret ediyor vs.

Dolayısıyla, eğer ciddi olarak konuşmayı becerebilecek isek; önce kavramlar konusunda anlaşmamız icap etmektedir.

Ben, artık bu soruya muhatap olduğum vakit, hemen karşı soru ile önce kavramın anlamı konusunda hem fikir olmayı sağlamaya çalışıyorum.

Özellikle bizim ülkemizde şeriat kavramı, dindar ile dindar olmayan veya bürokrat ile vatandaş ya da akademisyen ile halk, hatta kadın ile erkek durumuna göre; inanç, cinsiyet, etnik, kurumsal, sosyal, siyasi kimliğine bağlı olarak çok farklı anlamlar taşımaktadır.

Hatta diyebilirim ki; “şeriat” kavramı kadar, insandan insana anlamı değişen başka bir kelime belki dağarcığımızda yoktur!

En kötüsü ise; kendilerini, Kemalist olarak adlandıran kesimin, kendinden olmayan dindar insanları sindirmek ve sopalamak için kullanılacak bir cop olarak görmeleridir.

Bu yazımda manasını vermeye çalışmayacağım. Zaten, hepimizin kafasında bir anlamı bulunuyor. Kendi zihnindeki anlamın ne derece gerçeğine uygun olduğunu merak edenler, sözlüğe bakıp hakikati görebilirler.

Benim derdim; bugün, günümüzde, bu çağda hala bu kelimenin baskı ve aşağılama aracı olarak kullanılabilmesi…

Ve hala insanların açıkça, göğsünü gere gere; “ben şeriatçıyım”, ya da “şeriat istiyorum” diyememeleridir.

Eğer, şeriat (kanun) kelimesini hukuki bir terim olarak değil, inanca müteallik (İslam Kanunu ya da Allah’ın kanunu) bir kavram olarak kullanarak, bunun üzerinden evet hayır yarışına veya inat veya tarafgirliğine girebiliyorsak; derhal bu inatlaşmadan vaz geçmemiz gerekmektedir. Zira, imanlar gidebilecektir. Kendi ağzımız ile ahirette altından kalkamayacağımız bir vebal altında kalabileceğiz. Diyanet İşleri Başkanlığına bu konuda önemli vazifeler düşmektedir.

Öncelikle, “şeriat” kavramının artık doğru anlaşılması şart olmuştur. Türkiye’de yaşayan, aynı Milli Eğitim Programından geçmiş vatandaşlar olarak, hepimizin zihninde aynı anlam olmalıdır.

İslam şeriatının devlet rejimi olarak ülkemizde uygulanıp uygulanmama meselesi, ikinci bir konudur ki; bu konu siyasileri ilgilendirmektedir. Siyasi Partiler kendi tüzükleri içine bunu alırlar almazlar, bu onların iç meselesidir. Her parti kendi programını yapar, vatandaş da gider tercihini yapar. Ülkede demokrasi var.

Sosyal yaşantımızda bu tartışma artık sona ermelidir.

Hele ki şahıs bazında hiç kimsenin hiç kimseyi bazı kavramlar ile taciz etmeye hak ve salahiyeti yoktur. Bu, bir insan hakları ihlalidir!

Bizim, 70 ve 80’lerde moda tahkir kavramlarımız vardı:

-          Komünist misin lan!

-          Sen yoksa faşist misin?

O iş bitti. Ama, “şeriatçı mısın?” sopasını bir türlü çöplüğe atamadık. Hatta, İngiliz muhipleri cemiyeti tarafından öyle bir mahalle baskısı oluşturulmuş ki; amasız, fakatsız fikrini açıkça ifade edebilen çok az sayıda Müslüman bulabilirsiniz, diyebilirim.

Bazen, benim tepemin tası atma noktasına gelip, şeriatçı mısın? Diyene:

-          Sen kafir misin ulan!

-          Vay gavur vay!

Diyesim geliyor ama demeyeceğim elbette, öyle bir şey. Bugüne kadar hiç denemedim ve bundan sonra da olmayacak. Her şeyden önce ağzıma yakışacağını hiç düşünmüyorum. Ama artık biz de tahammülümüzle sınanmak istemiyoruz, yani… Lütfen!

Sağlıklı toplum, sağlıklı sosyal hayatımız olsun istiyorsak, psikolojik ve sosyal baskı araçlarından vaz geçmemiz, itibar suikastı yapmamamız ve tahkir ifadelerini kullanmamamız gerekmektedir. Hatta, şarttır!

En baştaki sorunun cevabını müteakip yazıya bırakmak istiyorum.

Allaha emanet olunuz

Gürcan Onat. 22.09.2023, 17.15, Fatih.


16 Temmuz 2023 Pazar

DARBELER BİTTİ Mİ?

15 Temmuz hain FETÖ kalkışmasının yaşandığı son darbe teşebbüsünden tam yedi yıl geçti. Bugün çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki, darbeler artık ülkemizde bitmiştir. Bundan sonra, hiç kimse Türkiye'de darbe teşebbüsünde bulunamayacaktır.

Eğer bulunmaya kalkan olursa, yine minarelerden salalar gökleri çınlatırken, milletimiz yeni destanını yazmakta hiç tereddüt göstermeyecektir!

Bu milletin ruh halini sağır sultan bile duydu ve idrak etti, gayri.

Fakat, bir yanlış anlaşılmaya da sebebiyet vermeyelim. Darbeler bitti derken, darbe heveslileri bitti demiyoruz, elbette...

İçte ve dışta!

Tabii ki, meşru yoldan iktidara gelemeyen kifayetsiz muhterisler farklı yollar arayacaklar ve hiçbir ittifak bulamazlar ise darbe yollarını da zorlayacaklardır. Lakin, bu arayış, küçücük beyinlerinde, kendi kendilerini bunalıma sokmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Son ve en önemli fırsat FETÖ yapılanmasıydı. Dünyanın hiçbir ülkesinde, bu kadar devlet içine sızabilen; silahlı kuvvetlerin kumanda merkezine yerleşebilen, emniyet teşkilatını neredeyse tamamen kapatan, yargı müessesesini kontrol altına alabilen, iş dünyasını etkileyen, halkın gözünde dindar intiba bırakmak suretiyle kabul edilir olabilen, başka bir terör örgütü olmamıştır.

Siyaset arenasında, bir çok siyasi parti liderlerini tesir alanlarına almışlardı. Rahmetli Necmettin Erbakan'a hiç yaklaşamadılar. Bir de uzun adamı kullanamadılar.

Bu kadar devlet içine sızmış bir örgütün başarılı olamaması için sadece bir tek şey gerekiyordu: Allah'ın yardımı!

Allah Teala, bu necip millete Rahmetiyle tecelli etti, hainlerin tuzaklarını kendi başlarına boca etti.

Bir panik, darbe saatini gece üçten akşam dokuza çekince kendi ayaklarına sıkmış oldular.

Eğer, gece üçte kalkışmış olsalardı. Ya başarılı olmuş olacaklardı. Ya da şehit sayımız 251 değil belki 251.000 olacaktı. Belki, iç savaş çıkmış olacaktı. Ki, bu durum zaten pusuda bekleyen NATO görünümlü ABD ve İngilizlerin bekledikleri fırsat olmuş olacaktı. Ondan sonrasını, düşünmek dahi istemiyorum.

Gittikçe güçlenen Türkiye'yi durdurmak isteyen, hakim güçler; yeni planlar bulmakta ve devreye sokmakta pek fazla ihmalkar davranacak değiller, muhakkak. Son ve en çok güvendikleri FETÖ ellerinde patlayınca, daha tiziz olacakları da muhtemeldir. Zira, altmışlı yıllardan beri denemedikleri aparat kalmadı, aslında. Sağ sol kavgası tuttu ama daha çok gençler arasında  ve bir dönemdi, kapandı gitti. Alevi Sünni kavgasını çok kaşıdılar ama hiç tutturamadılar. Anadolu irfanı bu oyunun üstesinden gelmeyi başardı. Türk Kürt kavgasına tüm güçleri ile yüklendiler, fakat sadece bir terör örgütü çıkartabildiler, onu da çoğunlukla Ermenilerden destek almak suretiyle. Artık, can çekişen terörün de son nefesini vermek üzere olduğunu çok iyi biliyorlar. FETÖ ellerinde patlayınca, tüm muhalefet partilerini birleştirip akılları sıra demokratik atraksiyon denediler ama yanlış ata oynayınca, halkımızın ferasetiyle tüm planları suya düştü.

Neticeyi kelam; darbeler bitmiştir, darbeciler bitmemiştir.

Bürokrasinin içlerinde ve iş dünyasında saklı bir halde hayatlarını idame ettiren Sabatay'cılar ile Masonlar sessiz bekleyişlerini sürdürmektedir. Geçmiş yıllarda, ekonomik darbe ufak çapta denenmiş olsa da can alıcı bir şekilde, henüz tam olarak kullanılmamıştır.

Bu nedenle; ne olursa olsun, gevşeklik ve gaflet göstermemek, har daim istim üstünde olmak, bekamız için, vatanımızda hür ve bağımsız yaşayabilmemiz için önemini halen muhafaza etmektedir.

Allah, yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 16,07,2023, Fatih.

ÇEVİK BİR-28 ŞUBAT-İSRAİL ÖRGÜSÜ

 “Middle East Forum” isimli bir web sitesi var. Bu sitede 2002 yılında “İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail” başlıklı bir makale yayın...