- “Gürcan, sen Atatürk’ü seviyor musun?”
Evet, böyle
pattak geldi bu soru. Yemekhanede, öğlen yemeğindeydik. İskenderun Hava Radar
Mevzi Komutanlığı, yıl 1985 olması lazım. Daha yeni üsteğmen olmuştum. Yani,
henüz iki üç senelik kıta tecrübesine sahiptim. Yaşım da ya 25, ya 26.
Soruyu soran
kişi, Harekât Kısım Amiri F.T. isimli şahıs. Rütbesi Binbaşı. Mevzide,
Komutandan sonra gelen kişi. Ben ise, Kısım Amirleri içerisinde rütbesi en
düşük kişiydim. Radar mevzilerinde subay sayısı çok azdır. Kısım Amirleri ve
radar kontrol subayları dışında personelin büyük çoğunluğu astsubaylardan
oluşur. 15 civarında subay varken 100 civarında astsubay mevcudu vardı.
O gün, subay
tabldotunda dokuz, on kişiydik. Öğlen yemeğimizi yerken, birden, böyle bir soru
sormanın gerekçesi neydi, acaba?
Elbette,
benim namaz kılıyor olmam.
Herhangi bir
sohbet içerisinde değildik. Bir yerlerden konu, oraya da gelmiş değildi. Öyle
pattak, durduk yerde, çıkıvermişti… Yani, aslında soru muydu, hedefine atılan
bir ok, ya da kurşun mu, bilemeyeceğim.
Kimse ne
olduğunu anlamadı; Komutan da bir anlam veremeden, öylesine baktı, bana doğru…
O günkü
halim hala gözlerimin önündedir; hiç şaşırmadım. Muhatabımın arzu ettiği
şekilde hoplamadım da…
Gayet sakin,
hafifçe tebessüm ettiğimi hatırlıyorum.
-
“Beğendiğim tarafları da var, beğenmediğim tarafları da”, dedim.
Atatürk
hakkında, Milli Eğitim müfredatı dahilinde okullarda ne anlatılmış ise; o
bilgilerden başka bir bilgim yoktu. Yani, 1981 yılında Hava Harp Okulundan
mezun olan tüm devre arkadaşlarım ne biliyor ise, ben de onları biliyordum.
Sözlerime
devam ettim;
- “İstiklal
Harbinin Başkomutanı olarak verdiği mücadeleyi elbette taktir ediyorum. Ama
içki içmesini de tasvip edecek değilim” dedim.
O kadar
rahat ve samimiydim ki; bu haleti ruhiyemin salondakilere müspet tesir etmiş
olduğunu düşünüyorum. Özellikle o yıllarda, o ilk birliğimde, hep pozitif
enerji yaymaya gayret ediyordum. Bunu da zorlanarak değil, doğal olarak
yapıyordum. Zira, hiç kimse hakkında kötü düşünce içerisinde değildim. İçten,
samimi olarak inancım ne gerekiyorsa, sadece onu yapıyor, başka hiçbir şey ile
meşgul olmuyordum. Mevziinin Personel Kısım Amiriydim. Dolayısıyla, aynı
zamanda da moral subayı… Karargâh dediğimiz yer, küçücük bir koridor;
karşılıklı kısım amirlerinin odaları, başka bir şey değil. Komutanın odası da
benim odamın tam karşısı.
Birliğe ilk
katıldığım gün; öğlen namazı vakti gelince, doğal olarak, koridorun bir
ucundaki herkesin kullandığı, tek lavaboda abdestimi aldım, odamın kapısını
kapatıp, namazımı eda ettim. Bundan daha normal bir şey olabilir mi?
Beraber
çalıştığımız, Şinasi Başçavuşum beni görmüş. Namazımı bitirince yanıma geldi;
-“Teğmenin
bir gelir misin” deyip, beni yan odadaki Kozmik Büroya götürdü.
-“Bakın”,
dedi
-“Burası
Kozmik Büro, buraya bizden başka kimse giremez, namazınızı buradan kılın”
Anlamaya
çalışır bir ifade ile yüzüne bakınca, açıklama ihtiyacı hissetti.
-“Komutan,
pek namaz kılanları sevmez, daha yolun başındasınız, ilk rütbelerde sıkıntı
yaşamayın, abdesti de alt katta kalorifer dairesinde alırsanız, daha iyi olur.”
Şinasi
Başçavuşum, Konyalıydı, kendi namaz kılmasa bile namaz kılanlara saygılı,
inançlı bir arkadaşımızdı. Bana o ilk, tecrübesiz yıllarımda faydalı
nasihatlerde bulunmuştur, kendisini her zaman hayırla yad ederim.
Yani, daha
ilk gün, açıktan namaz kılmanın doğru olmadığı ikazını almıştım. Hâlbuki; Hava
Harp Okulu son sınıfında iken, Rabbimin hidayet lütfettiği andan itibaren;
vakit nerede girmiş ise orada, namazımı açıktan kılmaya başlamıştım. Koğuş,
yatakhane, spor salonu, eğitim sahası, dershaneler bölgesi, amfi, vs, bir
vaktimizi kazaya bırakmadık, elhamdülillah. Namazın gizlenebileceği de hiç
aklıma gelen bir şey olmadı, doğrusu. Mezun olduktan sonra, Gaziemir Teknik
Okullar Komutanlığında sınıf kursumuzu görürken yine aynı şekilde namazımızı
aksatmadan eda ettik, çok şükür.
Lakin,
Kıtaya gelir gelmez, ilk gün, ilk olarak; “aman namazını gizle” tavsiyesine
muhatap oluyordum.
Şinasi
Başçavuşuma teşekkür ettim. Namazımı gizleyemeyeceğimi, ama odamda değil kozmik
Büroda kılmaya devam edebileceğimi söyledim.
İnancımı,
olması gerektiği gibi, hiç gizlemeden, saklamadan, doğal olarak yaşamaya
çalışıyordum.
Hiçbir
personel için ayırımcılık yapmadan, herkese samimi muhabbet ile yaklaştığım
için odam sohbet odası gibiydi, canı sıkılan yanıma gelir, hasbıhal ederdik. Harekat Eğitim Kısım Amiri F. binbaşı dışında
bütün personel ile aramız çok iyiydi. Sevildiğimi biliyordum.
Şu, Atatürk sorusuna
gelince; eminim, birçok dindar kimse birçok kez buna benzer bir soruya muhatap
olmuştur.
Aslında
burada önemli olan, sevmek ya da sevmemek değil. Böyle bir soruyu sorma kibri
ve üsten bakışıdır.
“Sen kimsin,
nasıl böyle bir soru sorabiliyorsun?”, karşılığını verme hakkım mahfuz olmak
üzere; ben, gayet mülayim bir şekilde, içimden gelen ne ise, dosdoğru, onu
söyleme tercihimi kullanmıştım. Her zamanki gibi doğal ve samimiydim.
Sonuç ne
oldu? Karşımdaki mutmain oldu mu? Bilemem, ama zaten karşımdaki kişinin benim
cevabımdan mutmain olup olmaması değildi, o an yaşadıklarımız; sadece, benim inançlarımdan
dolayı, şahsıma yapılan bir saldırı denemesiydi.
Lakin, ben
daha ileriye gitmesine fırsat vermedim. Tartışma ortamı da oluşturmadan, ustaca
savmış oldum.
Benim içki
içmediğimi, herkes biliyordu. Hatta, içkili ortamlara dahi girmediğimi de
biliyorlardı. Kendileri neredeyse her akşam içerlerdi. Lojmanların alt katında
oluşturdukları mekanda akşamları kumar oynayıp, kafa çekerlerdi. Düzenledikleri
gecelere de içkili ortam olması münasebetiyle katılmamış olmam sanırım, iyice
rahatsızlık veriyordu, bazılarına...
Denetleme
günlerinde, protokol yemeklerine de iştirak etmemiş olmam münasebetiyle Mevzi
Komutanının epey fırçasını yemiştim.
Bir
seferinde; Mevzi Komutanımız M. yarbay kendi odasında;
-
"Gürcan, ben senin yemeklere niye katılmadığını biliyorum, Peygamberimiz,
içki içilen yere gitmeyin, dediği için değil mi, ama bu yemeğe sen kısım amiri
olarak katılmak zorundasın. Bir daha böyle bir şey istemiyorum, seni o yemekte
göreceğim. İçki iç demiyorum ki, ama yanımızda otur" demişti. Bu tür
ılımlı yaklaşımlar da oluyordu.
F. binbaşı tarzı
saldırılar bir çok arkadaşımıza yapılmıştır. Mesela; Gaziemir'de sınıf kursunda
ilken benzer soruya Ç.E. muhatap oldu.
Mesai çıkışı, serviste, bir Yüzbaşı bizim arkadaşa dönüp;
-"Çetin
teğmen, sen Atatürk'ü seviyor musun? demişti.
Yani, o
yıllarda TSK içerisinde, dindar insanlara olan kin ve nefretlerini kusmak için
din düşmanları, bu Atatürk copunu çok kullanmıştır.
Bu
yaşadıklarımızdan, takriben onbeş sene sonra, zaten BÇG çetesi oluşturularak,
aleni hücum başlayacaktı. O süreç ise, resmen dindar insan kıyımıydı.
Şimdi,
birçok kişiye garip gelebilecek olan bu hadiseler ne yazık ki, bir zamanlar TSK
içerisinde yaşandı.
Herkes şunu çok
iyi bilmeli ki; hiç kimse, hiç kimsenin fikir, düşünce ve inancını sorgulama
hakkına sahip değildir. Herkes, inancını inandığı gibi yaşamak hürriyetine
sahiptir. Bir zamanlar rütbelerinin arkasına sığınıp, baskı ve zulüm yapmaya
çalışan o pespayelerden artık kalmadı çok şükür.
Bunları yazmamızın
sebebi, bir zamanlar TSK içerisinde neler yaşadıklarımızın bilinmesi ve bir
daha asla o günlere dönmeme arzu ve isteğimizdir.
Allah yar ve
yardımcımız olsun.
Gürcan Onat,
20.11.2022, Fatih.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder