Münevver Ayaşlı’nın kaleme aldığı, “İşittiklerim gördüklerim bildiklerim” isimli kitabı okuyorum.
1906-1999 yılları arasında yaşamış bir Devleti aliye ve Cumhuriyet hanımefendisi
Ayaşlı’nın, Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde;
gördükleri, işittikleri ve bildiklerinin yeni nesillere aktarılmasının çok
önemli olduğunu düşünüyorum. Zira yalan tarihten şikâyet ettiğimiz günümüzde, adı
gibi gerçekten münevver olan bir yazarın bizzat kendi kaleminden çıkmış olan bu
hakikatler; geçmişi ve geleceğimizi doğru değerlendirme konusunda önemli referans
olacaktır.
Köklü aile yapısı ve eşinin bulunduğu önemli devlet
hizmetleri sayesinde, Abdülhak Hamid’den Halide Edip Adıvar’a, Mithat Cemal
Kuntay’dan Asaf Halet Çelebi’ye, İsmail Hami Danişmend’den Albert Gabriel’e
kadar birçok önemli ismi çok yakından tanıyan Ayaşlı, işittikleri, gördükleri ve
bildiklerini yazmakla, hatırat edebiyatımıza tarih ve kültürümüze çok büyük
katkıda bulunmuştur; hiçbir hatırat bırakmadan göçüp giden Refet Paşa, Rauf Bey
(Orbay) ve Pertev Paşaya da sitemde bulunarak, birçok meseleleri aydınlatmadan
gittiklerini ifade etmiştir.
Hala kapalı alanları çok olan ve bir türlü doğrusunu
öğrenemediğimiz yakın tarihimizle alakalı, bu tür hatıratlar, gerçeği
araştıranlar için önemli rehberlerdir.
Refet Paşa ile ilgili yazılanları olduğu gibi aktarıyorum:
“Ankara’dan işgal altındaki İstanbul’a gelen ilk
Kumandan yine Refet Paşa idi, İstanbul Refet Paşa’yı nasıl karşılamıştı, onu
bir Allah, bir de o karşılamayı görenler bilir. Yalnız Refet Paşa’nın İstanbul’a
gelişinin, Sultan Vahideddin’in kaderi üzerinde meş’um tesirleri olmuştur. Daha
Dolmabahçe’de ayağını İstanbul toprağına atar atmaz, kendisini padişah namına selamlamaya
gelen yaveri (Zannedersem Tevfik Paşazade Ali Nuri Bey olacak) Refet Paşa hiç
de hoş karşılamıyor. Sonra, Padişahla
olan bütün temaslarında, Padişahı çok ürkütücü sözler söylediğini ve tavırlar
takındığını yine kendisinden dinlemişimdir. Hatta: “Padişahın önünde ayak ayak
üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabucum Padişahın
burnuna değecekti” demiştir.
Ankara’nın tayin ettirdiği, Padişahın genç bir yaveri,
zannedersem bir deniz subayı, gece geç vakit koşa koşa Refet Paşa’nın kaldığı Babıali’ye
geliyor, telaş içinde ve ağlarcasına:
- Padişahı, İngilizler yarın sabah kaçırıyorlar,
demesine mukabil, Refet Paşa:
- Budala, ne üzülüyor, ne ağlıyorsun?
Padişahı İngilizler kaçırırsa Türk Milleti hiçbir gün Vahideddin’in bu
hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yasaklarsak bu sefer millet bizi
affetmeyecektir, bırak gitsin, Vahideddin işimizi kolaylaştırıyor, demiştir.
Evet, meseleyi bildiği halde, bilmemezlikten gelmesi
ve harekete geçmemesi, İngilizlerin işini kolaylaştırmış ve Padişahı yalnız ve
hatalı yoluna ve meş’um kaderine terk etmiştir.
Sultan Vahideddin’in vatandan ayrılışında, ayrı ayrı
zaviyeden, fakat aynı paralelde ve aynı görüşte iki kimse vardır, Refet Paşa ve
o zamanlar İstanbul’da astığı astık, kestiği kestik İngiliz Polis Kuvvetleri
Kumandanı Mister BENET. Geçelim” (Sayfa: 11)
Ayaşlı, Refet Paşa’ya hatıratını yazması için ricada bulunduğunu ancak kendisinin mukabil olarak sustuğunu, acı acı gülerek: "Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da onu da ben mi yıkayım?" Dediğini, yazmaktadır.
İşin ilginç yanı, Rauf Beyin de hatıralarını yazması
ricalarına, aynı cevabı verdiklerini ifade ederek; iki çok önemli şahsiyetin birçok
meseleleri aydınlatmadan göçüp gittiklerini üzüntüyle, dillendirmiştir.
Ayrıca, Pertev Paşa ve Tevfik Kâmil Koper’in hakikatleri
gördüklerini, bildiklerini ve aziz Türk milletinden gizleyip, göçüp
gittiklerini de yazmıştır. Tevfik Kâmil Koper, Cumhuriyet devrinde hariciye müsteşarı,
mebus, büyükelçi ve Lozan Konferansında Türk heyetinde müşavir…
Ayaşlı’ya göre Lozan’da askeri bir zaferin verdiği siyasi ve
psikolojik bir emniyet ve rahatlıkla muhasımlarımızın karşısına çıkmış olmamıza
rağmen, birçok fırsat kaçırılmıştır. Özellikle çarpuk çurpuk çizilen
hudutlar, Hatay meselesi, Musul petrollerini terk etmemiz…
Ayaşlı, Lozan konusunda hatıra gelen sualleri de aşağıdaki
gibi sıralamış:
1.
Lozan Konferansında, Hahambaşı
Hayim Naum efendinin işi ne idi?
2.
Bir ara, inkıtaa uğrayan Lozan müzakerelerinde
İsmet Paşa ile Lord Curzon’un arasını bulan Hayim Naum efendinin arabuluculuğu
Türkiye için iyi mi yoksa fena mı olmuştur? Bizi taviz vermeğe zorlamış mıdır?
3.
Lozan sulhunu müteakip memlekette
yapılan inkılaplar ve reformlar bize Lozan’da mı dikte ettirilmiştir?
4.
Konferans masasında Lord Curzon,
İsmet Paşa’ya hitaben ve Musul petrollerini kastederek: “Ben burada size öyle
bir zafer kazandıracağım ki İnönü’de kazandığınız zafer bunun yanında hiç kalır”,
demesi doğru mudur? Öyle ise bu vaat edilen zafer neden kazanılmamıştır? İsmet
Paşa’nın daha petrolün ehemmiyetini anlamamış olması ve elektrik devrinde idare
lambasında yanan ve İsmet Paşa’nın çocukluk ve gençlik çağının mahrumiyetini
hatırlatan (gazyağını) küçümseyerek üzerinde fazla durmaması ve şayet gazın
üzerinde fazla durur ve ısrar ederse belki bunun bir dar fikirlilik olabileceği
düşüncesiyle, İsmet Paşa Lozan’da Musul’daki Türk menfaatlerini tamamıyla terk
etmiştir. Hatta bunu Lozan’da Irak namına söz söyleyen ve sonradan uzun zaman
Irak Başvekilliği eden, maktul Nuri Said Paşa açıkça ve mükerreren söylemiştir.
Şurasını da kaydetmeden geçmeyelim ki, bundan, yani Lozan Konferansından en
aşağı 40 sene, belki de İngilizlerden evvel, Sultan Abdülhamid han, petrolün
ehemmiyetini idrak etmiştir. Sultan Abdülhamid’i devirmelerine Siyonizm ve
Filistin meselesine kadar, Musul yani Irak petrolleri de amil olmuştur.
Siyonist ve İngiliz menfaatleri beraber yürümüş ve gayelerine ulaşmışlardır.
Öyle anlaşılıyor ki, petrolün ehemmiyetini idrak edenin ömrü az ve etmeyenin
ömrü çok oluyor.
5.
Lozan sulhundan sonra hükümet
erkanı ile arası pek iyi olmasına rağmen, Hayim Naum efendinin: - “Bu memlekete
ve millete çok kötülük ettim, artık aralarında yaşayamam, deyip, kendi isteği
ile Mısır Hahambaşılığına gitmesi… Hayim Naum efendinin kendisinin bile itiraf
ettiği bu fenalıklar acaba neler idi? (Sayfa:14,15)
Bütün bunları Lozan’da evkaf işleri müşaviri olarak bulunan
Seniyeddin Başak beyefendinin ve hariciyeci, mebus Lozan Konferansında müşavir
olan Reşid Saffet Atabinen’in de bildiğini yazan Ayaşlı, şu yorumu yapmaktadır:
“Sanki isimleri geçen sayın kimseler sükût etmeye yemin etmişler, icbar
edilmişler.” (Sayfa 15)
Bu zevatın neden gerçekleri sakladıklarını hiçbir zaman
öğrenmeyeceğiz, ama tarihimizdeki gerçekleri öğrenme konusundaki azmimizi de hiç
yitirmeyeceğiz.
Bu ve benzeri hatıratlara çok ihtiyacımız olduğu aşikardır. Bu ve benzeri kitaplar, kitapçıların ve kütüphanelerin raflarında tozlanmaya terk edilmemeli… Almaya ve okumaya fırsatı ve zamanı olmayan vatandaşlarımız için ise benim gibi imkânı olanların, özellikle çarpıtılmış konularda yakaladıkları gerçekleri, milletimizin istifadesine sunmak için paylaşmalarının
elzem olduğunu değerlendiriyorum.
Son olarak, yine Ayaşlının bu konudaki yorumu ile bitirelim:
“Hakikati bilip de söylememek veya yazmamak affedilir şey değildir. Hele
hatırat bırakmamak, korkaklığı mezara kadar götürmek demektir. Kendilerine en
büyük nimetleri, makamları veren bu milletten, bu himmet ve bu hizmet esirgenemez.
Herhangi bir yere bağlılık, verilen söz, edilen yemin olsa dahi! Evvela bu
mukaddes vatana ve bu aziz millete hak için hakikati söylemek, yazmak başta
gelen bir vazife, hatta bir mecburiyettir. Fakat ne yazık ki bunu böyle
bilmediler, hakikatleri gördüler, bildiler ve aziz Türk milletinden gizlediler
ve göçüp gittiler.” (Sayfa: 16)
Olan oldu! Bazı kimseler gerçekleri sakladılar, bazı
kimseler çarpıttılar, bazı kimseler de yalan tarih yazdırıp yeni bir nesil yarattılar!
Artık bize düşen görev, tarihin tozlu raflarında eşelenerek, hakikatlerin gün yüzüne
çıkartılmasını sağlamak, olacaktır.
Allah yar ve yardımcımız olsun.
Gürcan Onat. 10. 07. 2025. Üsküdar.