10 Temmuz 2025 Perşembe

Gerçek Tarihimizi Öğrenme Yolunda Kararlı küçük Adımlar - 1

 Münevver Ayaşlı’nın kaleme aldığı, “İşittiklerim gördüklerim bildiklerim” isimli kitabı okuyorum.

1906-1999 yılları arasında yaşamış bir Devleti aliye ve Cumhuriyet hanımefendisi Ayaşlı’nın, Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde; gördükleri, işittikleri ve bildiklerinin yeni nesillere aktarılmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Zira yalan tarihten şikâyet ettiğimiz günümüzde, adı gibi gerçekten münevver olan bir yazarın bizzat kendi kaleminden çıkmış olan bu hakikatler; geçmişi ve geleceğimizi doğru değerlendirme konusunda önemli referans olacaktır.

Köklü aile yapısı ve eşinin bulunduğu önemli devlet hizmetleri sayesinde, Abdülhak Hamid’den Halide Edip Adıvar’a, Mithat Cemal Kuntay’dan Asaf Halet Çelebi’ye, İsmail Hami Danişmend’den Albert Gabriel’e kadar birçok önemli ismi çok yakından tanıyan Ayaşlı, işittikleri, gördükleri ve bildiklerini yazmakla, hatırat edebiyatımıza tarih ve kültürümüze çok büyük katkıda bulunmuştur; hiçbir hatırat bırakmadan göçüp giden Refet Paşa, Rauf Bey (Orbay) ve Pertev Paşaya da sitemde bulunarak, birçok meseleleri aydınlatmadan gittiklerini ifade etmiştir.

Hala kapalı alanları çok olan ve bir türlü doğrusunu öğrenemediğimiz yakın tarihimizle alakalı, bu tür hatıratlar, gerçeği araştıranlar için önemli rehberlerdir.

Refet Paşa ile ilgili yazılanları olduğu gibi aktarıyorum:

“Ankara’dan işgal altındaki İstanbul’a gelen ilk Kumandan yine Refet Paşa idi, İstanbul Refet Paşa’yı nasıl karşılamıştı, onu bir Allah, bir de o karşılamayı görenler bilir. Yalnız Refet Paşa’nın İstanbul’a gelişinin, Sultan Vahideddin’in kaderi üzerinde meş’um tesirleri olmuştur. Daha Dolmabahçe’de ayağını İstanbul toprağına atar atmaz, kendisini padişah namına selamlamaya gelen yaveri (Zannedersem Tevfik Paşazade Ali Nuri Bey olacak) Refet Paşa hiç de hoş karşılamıyor.  Sonra, Padişahla olan bütün temaslarında, Padişahı çok ürkütücü sözler söylediğini ve tavırlar takındığını yine kendisinden dinlemişimdir. Hatta: “Padişahın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise pabucum Padişahın burnuna değecekti” demiştir.

Ankara’nın tayin ettirdiği, Padişahın genç bir yaveri, zannedersem bir deniz subayı, gece geç vakit koşa koşa Refet Paşa’nın kaldığı Babıali’ye geliyor, telaş içinde ve ağlarcasına:

-        Padişahı, İngilizler yarın sabah kaçırıyorlar, demesine mukabil, Refet Paşa:

-        Budala, ne üzülüyor, ne ağlıyorsun? Padişahı İngilizler kaçırırsa Türk Milleti hiçbir gün Vahideddin’in bu hareketini affetmeyecektir. Biz tutar ve yasaklarsak bu sefer millet bizi affetmeyecektir, bırak gitsin, Vahideddin işimizi kolaylaştırıyor, demiştir.

Evet, meseleyi bildiği halde, bilmemezlikten gelmesi ve harekete geçmemesi, İngilizlerin işini kolaylaştırmış ve Padişahı yalnız ve hatalı yoluna ve meş’um kaderine terk etmiştir.

Sultan Vahideddin’in vatandan ayrılışında, ayrı ayrı zaviyeden, fakat aynı paralelde ve aynı görüşte iki kimse vardır, Refet Paşa ve o zamanlar İstanbul’da astığı astık, kestiği kestik İngiliz Polis Kuvvetleri Kumandanı Mister BENET. Geçelim” (Sayfa: 11)

Ayaşlı, Refet Paşa’ya hatıratını yazması için ricada bulunduğunu ancak kendisinin mukabil olarak sustuğunu, acı acı gülerek: "Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal harbi ayakta, hatıralarımı yazayım da onu da ben mi yıkayım?" Dediğini, yazmaktadır.

İşin ilginç yanı, Rauf Beyin de hatıralarını yazması ricalarına, aynı cevabı verdiklerini ifade ederek; iki çok önemli şahsiyetin birçok meseleleri aydınlatmadan göçüp gittiklerini üzüntüyle, dillendirmiştir.

Ayrıca, Pertev Paşa ve Tevfik Kâmil Koper’in hakikatleri gördüklerini, bildiklerini ve aziz Türk milletinden gizleyip, göçüp gittiklerini de yazmıştır. Tevfik Kâmil Koper, Cumhuriyet devrinde hariciye müsteşarı, mebus, büyükelçi ve Lozan Konferansında Türk heyetinde müşavir…

Ayaşlı’ya göre Lozan’da askeri bir zaferin verdiği siyasi ve psikolojik bir emniyet ve rahatlıkla muhasımlarımızın karşısına çıkmış olmamıza rağmen, birçok fırsat kaçırılmıştır. Özellikle çarpuk çurpuk çizilen hudutlar, Hatay meselesi, Musul petrollerini terk etmemiz

Ayaşlı, Lozan konusunda hatıra gelen sualleri de aşağıdaki gibi sıralamış:

1.      Lozan Konferansında, Hahambaşı Hayim Naum efendinin işi ne idi?

2.      Bir ara, inkıtaa uğrayan Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa ile Lord Curzon’un arasını bulan Hayim Naum efendinin arabuluculuğu Türkiye için iyi mi yoksa fena mı olmuştur? Bizi taviz vermeğe zorlamış mıdır?

3.      Lozan sulhunu müteakip memlekette yapılan inkılaplar ve reformlar bize Lozan’da mı dikte ettirilmiştir?

4.      Konferans masasında Lord Curzon, İsmet Paşa’ya hitaben ve Musul petrollerini kastederek: “Ben burada size öyle bir zafer kazandıracağım ki İnönü’de kazandığınız zafer bunun yanında hiç kalır”, demesi doğru mudur? Öyle ise bu vaat edilen zafer neden kazanılmamıştır? İsmet Paşa’nın daha petrolün ehemmiyetini anlamamış olması ve elektrik devrinde idare lambasında yanan ve İsmet Paşa’nın çocukluk ve gençlik çağının mahrumiyetini hatırlatan (gazyağını) küçümseyerek üzerinde fazla durmaması ve şayet gazın üzerinde fazla durur ve ısrar ederse belki bunun bir dar fikirlilik olabileceği düşüncesiyle, İsmet Paşa Lozan’da Musul’daki Türk menfaatlerini tamamıyla terk etmiştir. Hatta bunu Lozan’da Irak namına söz söyleyen ve sonradan uzun zaman Irak Başvekilliği eden, maktul Nuri Said Paşa açıkça ve mükerreren söylemiştir. Şurasını da kaydetmeden geçmeyelim ki, bundan, yani Lozan Konferansından en aşağı 40 sene, belki de İngilizlerden evvel, Sultan Abdülhamid han, petrolün ehemmiyetini idrak etmiştir. Sultan Abdülhamid’i devirmelerine Siyonizm ve Filistin meselesine kadar, Musul yani Irak petrolleri de amil olmuştur. Siyonist ve İngiliz menfaatleri beraber yürümüş ve gayelerine ulaşmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, petrolün ehemmiyetini idrak edenin ömrü az ve etmeyenin ömrü çok oluyor.

5.      Lozan sulhundan sonra hükümet erkanı ile arası pek iyi olmasına rağmen, Hayim Naum efendinin: - “Bu memlekete ve millete çok kötülük ettim, artık aralarında yaşayamam, deyip, kendi isteği ile Mısır Hahambaşılığına gitmesi… Hayim Naum efendinin kendisinin bile itiraf ettiği bu fenalıklar acaba neler idi? (Sayfa:14,15)

Bütün bunları Lozan’da evkaf işleri müşaviri olarak bulunan Seniyeddin Başak beyefendinin ve hariciyeci, mebus Lozan Konferansında müşavir olan Reşid Saffet Atabinen’in de bildiğini yazan Ayaşlı, şu yorumu yapmaktadır: “Sanki isimleri geçen sayın kimseler sükût etmeye yemin etmişler, icbar edilmişler.” (Sayfa 15)

Bu zevatın neden gerçekleri sakladıklarını hiçbir zaman öğrenmeyeceğiz, ama tarihimizdeki gerçekleri öğrenme konusundaki azmimizi de hiç yitirmeyeceğiz.

Bu ve benzeri hatıratlara çok ihtiyacımız olduğu aşikardır. Bu ve benzeri kitaplar, kitapçıların ve kütüphanelerin raflarında tozlanmaya terk edilmemeli… Almaya ve okumaya fırsatı ve zamanı olmayan vatandaşlarımız için ise benim gibi imkânı olanların, özellikle çarpıtılmış konularda yakaladıkları gerçekleri, milletimizin istifadesine sunmak için paylaşmalarının


elzem olduğunu değerlendiriyorum.

Son olarak, yine Ayaşlının bu konudaki yorumu ile bitirelim: “Hakikati bilip de söylememek veya yazmamak affedilir şey değildir. Hele hatırat bırakmamak, korkaklığı mezara kadar götürmek demektir. Kendilerine en büyük nimetleri, makamları veren bu milletten, bu himmet ve bu hizmet esirgenemez. Herhangi bir yere bağlılık, verilen söz, edilen yemin olsa dahi! Evvela bu mukaddes vatana ve bu aziz millete hak için hakikati söylemek, yazmak başta gelen bir vazife, hatta bir mecburiyettir. Fakat ne yazık ki bunu böyle bilmediler, hakikatleri gördüler, bildiler ve aziz Türk milletinden gizlediler ve göçüp gittiler.” (Sayfa: 16)

Olan oldu! Bazı kimseler gerçekleri sakladılar, bazı kimseler çarpıttılar, bazı kimseler de yalan tarih yazdırıp yeni bir nesil yarattılar! Artık bize düşen görev, tarihin tozlu raflarında eşelenerek, hakikatlerin gün yüzüne çıkartılmasını sağlamak, olacaktır.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat. 10. 07. 2025. Üsküdar.

26 Haziran 2025 Perşembe

ENVER AYSEVER İLE MAHKEMELEŞTİK

Derneğe geldiğim bir gün, kapı girişindeki çantacı komşum küçük bir pusula uzatarak:

- Bu size gelmiş, dedi.

Pusula, Kadıköy İskele Polis Merkezine davetiye idi.

Merakla, hemen İskele Polis Merkezine gittim, ilgili büroyu buldum. Meğer, hakkımda bir şikâyet varmış; bu nedenle, ifademi almaları gerekiyormuş.

-Tamam, dedim. Buyurun, ne istiyorsanız anlatayım.

20 Mart 2020 tarihinde Enver Aysever isimli gazeteciye, X (twitter) platformunda “terörist” demişim; bu nedenle ifademi vermemi istediler.

Önce çok şaşırdım, böyle bir şey hatırlamıyordum, üzerinden koskoca 4 küsur yıl geçmiş.

Sağ olsun, kadın polis X platformu üzerinden arama yaparak benim paylaşımımı buldu.

Resmi görünce, tabii ki hemen hatırladım; Enver Aysever, bir rezil karikatür paylaşmıştı; Kerem Önder isimli bir şahıs da X platformunda o karikatürün üzerine “Halkın bir bölümünü diğer bölümüne tahrik ederek Müslümanları alaya alan #EnverAyseverTeröristtir, bu şahıs TCK 216'yı Açıkça ihlal etmiştir. Müslüman Kardeşlerimiz gereken ihtimamı gösterip şikâyet etsinler.” Yazarak, tekrar paylaşmış.

Ben de o paylaşımı görüp, üzerine; “Enver Aysever isimli şahıs bir teröristtir; savcıları göreve davet ediyorum” yazarak, tekrar paylaşım yapmıştım.

Orada yazdığım “teröristtir” kelimesi Türk Ceza Kanunu’na göre suçmuş. Bu nedenle benim hakkımda ceza davası açmışlar.

Böylece, 66 yaşımda sanık olarak ifade vermeyi de tatmış oldum.

Tarih 05.02.2025 - 11:10, ben söyledim; polis memuru yazdı: “Enver Aysever ilgili tarihte X (twitter) platformunda paylaşmış olduğu “SADECE BU SORUN!” yazısı altında paylaşmış olduğu karikatür fotoğrafı ile halkın bir bölümünü diğer bölümüne tahrik ederek dindar insanlarla alay eden bir paylaşım yapmıştır. TCK 216 maddesini ihlal etmiştir. Bunun üzerine ben de devletimin sayın savcılarını göreve davet ettim. Takdir Türk Milleti adına karar verecek olan yargınındır. Diyeceklerim bundan ibarettir” diyerek, altını imzaladım.

İfademi alan kadın polise: “Şimdi ne olacak”, dedim?

-        Karşı tarafın avukatı sizi arar, dedi.

Teşekkür ederek, derneğin yolunu tuttum.

Nitekim, bir gün evime uzlaşma kâğıdı geldi. Ben konuyu avukatıma havale ettim. Avukatım, ilgili avukatı arayarak görüştüler; 40.000 lira para talep edilmiş. Eğer 40.000 lira verirsek, davadan vaz geçeceklerini ifade etmişler. Tabii ki kabul etmedik. Devletimizin adil mahkemelerine sığındık.

Uzlaşmayı kabul etmeyince, Türk Ceza kanununun: 125/2-4, 53/1 maddeleri gereğince hakaret davası görülmek üzere, 20.06.2025 tarihinde saat 10:25’te İstanbul Anadolu16. Asliye Ceza Mahkemesine sanık olarak davet edildim.

Günü ve saati geldi; sanık olarak, mahkemede hâkim huzuruna dikildim.

Aklıma mahkemeyi Kübra geldi; “Yarabbi, o gün orada sen yardım et” diye, Rabbime yalvardım. Şu dünyada, şu geçici hayatta, basit bir dava bile insana nasıl ruhi sıkıntı veriyor, eziyet oluyor. Ya oradaki tüm hayatımızı ilgilendiren ve ebedi hayatımızı şekillendirecek olan; asıl ve hakiki mahkeme acaba nasıl olacak; o dehşetli halini düşününce ürpermemek mümkün değil. Sanık pozisyonunda hâkimin karşısında, el pençe divan dururken, insan daha güzel tefekkür yapabiliyor.

Karşı taraf gelmemişti ne Aysever ne de avukatı. Mazeret beyan etmişler.

Avukatımın beyanıyla; onlar gelmese bile, ceza davası olması münasebetiyle ve suçun da sabit olmasıyla, dava görülebilirmiş.

Hâkim hanım suçlamayı okudu ve bu konuda neler söyleyeceğimi sordu.

Öncelikle bu ifademin, yani terörist dememin suç olduğunu bilmediğimi söyledim. (Gerçekten bilmiyordum. Beni tanıyanlar çok iyi bilir ki; insan hakları konusunda son derece duyarlıyımdır. Asla bilerek ve kasten hakaret etmem. Ondan da öte, kul hakkı konusunda çok korkağımdır; kesinlikle kul hakkı ile Rabbimin huzuruna çıkmak istemem. Belki bu yazıyı yazmamın bilinç altımdaki bir sebebi de Enver Aysever’e de ulaştırıp, eğer birbirimize hakkımız geçmişse helalleşmek içindir)

Sonra da Enver Aysever’in o karikatürü paylaşmakla Müslümanlara hakaret ettiğini, benim de dindar bir insan olmam hasebiyle etkilenip, tahrik olduğumu; bu şekilde, devletimin savcılarını göreve davet ettiğimi ifade ettim. FETÖ kalkışmasından sonra MSB tarafından subay, astsubay, askeri öğrenci alımları için göreve çağırıldığımı, mülakatlara katıldığımı, orada zaten FETÖ ile mücadele etmenin arkasından, o ruh hali ile dönüp sonra da böyle bir paylaşım görünce; bu paylaşımı terör eylemi olarak değerlendirmiş olduğumu da ifade ettim. Çok da uzun konuşmadım.

Avukatım da bir iki cümle söyleyip, beraatımı talep etti.

Hâkim ile savcı, aralarında konuştular, değerlendirdiler sonra bize dönüp; bu suçun ön ödeme kapsamına alındığını, söylediler. TCK 75. Maddesi gereğince toplam: 11.210 lira devlete ödersek, “davanın düşme kararı” verilebileceğini söylediler.

Avukatım ile bakıştık, hiç tereddüt etmeden kabul ettik.

Ön ödeme kanunu hakkında detaylı bilgiyi aşağıda (*) paylaşıyorum. Bu çok önemli bir düzenleme olmuş.

Ne yazık ki bazı uyanıklar, sosyal medyada insanların hassas oldukları konularda aşağılayıcı yayınlar yapıp, kendilerine hakaret ettiriyorlarmış. Sonra da avukatları vasıtasıyla ceza davası açıp uzlaşma adı altında para talep ederek, bu yolu geçim haline getirmişler. Devletimiz bu durumu fark ederek; Hakaret (125 inci maddenin ikinci fıkrası, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası) suçunu, 14.11.2024 tarihli ve 32722 sayılı Resmî Gazete ’de yayımlanan 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 15 inci maddesi ile ön ödeme kapsamına almış.

Harika bir iş olmuş, bu işi kazanç kapısı haline getirenler avucunu yalamaya başlamış. Böylece, toplumda gereksiz gerilimler de son bulur inşallah.

Neticeyi kelam: Ey Aysever o karikatürü paylaşmasaydın da bunca şeyleri yaşamasaydık olmaz mıydı? Dünyada savaşlar yaşanmaya başlamışken; en çok birlik ve dayanışmaya ihtiyacımız olan bu zamanda; Türkiye’de yaşayan vatandaşlar olarak bizler, içte birliği tesis edemezsek, dış düşmanlara ve ülkemizi bölmeye çalışanlara karşı nasıl mücadele edebileceğiz. Bak görüyorsun İran’ın içerisinde nasıl İsrail ajanları yerleşmişler, nasıl vuruldular... Yarın, bir gün bizim üzerimize gelmeyeceklerine garantimiz mi var? Bizim, ülke olarak tüm vatandaşlar; inancı, etnik kimliği ne olursa olsun birlik ve bütünlük içerisinde olmamız gerekmiyor mu? Türk, Kürt, Ermeni, Sünni, Alevi, Nusayri, Ortodoks ne olursak olalım; aynı gemide bulunmuyor muyuz?

Aysever’in paylaştığı ve mahkemeleştiğimiz karikatürü dostlarımın değerlendirmelerine sunuyorum. Umuyorum, bu tür karikatürler bir daha paylaşılmaz. Birbirimize hakaret ederek, aşağılayarak, kutuplaşarak hiçbir yere varamayız.

Bilakis dünyanın ısıtılmaya çalışıldığı, kıyamet savaşına zorlandığımız böyle bir zamanda, her zamankinden daha fazla birlik olmaya ihtiyacımız var. Herkes inancını dilediği gibi yaşasın, birbirimize tahammül edelim.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan ONAT, 26.06.2025, 11.00

(*) Önödeme, 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun 75 inci maddesine göre, uzlaştırma kapsamında kalan suçlar hariç olmak üzere, sadece adli para cezasını gerektiren veya kanun maddesinde öngörülen hapis cezasının üst sınırı 6 ayı aşmayan hapis cezası gerektiren suçlar bakımından, kanunda gösterilen usule göre belirlenen belli bir miktar paranın, şüpheli/sanık tarafından süresi içerisinde ödenmesi durumunda, kamu davasının açılmamasını ya da açılmış olan kamu davasının düşürülmesi sonucunu doğuran alternatif bir çözüm yöntemidir.
Önödeme kurumun etkinliği ve uygulanabilirliğinin artması için, 02.12.2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 6763 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 12 inci maddesi ile kurumun düzenlendiği 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 75 inci maddesinde değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Yapılan düzenlemelerle önödeme kurumunun kapsamı da genişletilmiştir.
Kurumun uygulama şartları, 5237 sayılı Kanunun 75 inci maddesinin birinci fıkrasında düzenlenmiştir. Maddeye göre önödeme; yalnızca adli para cezası 
yaptırımını içeren ya da kanun maddesinde öngörülen hapis cezasının üst sınırı 6 ayı geçmeyen suçlarda uygulanmaktadır. Ayrıca önödeme teklifi yapılan suçun uzlaştırma kapsamında olan suçlardan olmaması gerektiği de açıkça belirtilmiştir. Suç, sadece adli para cezasını veya kanunda öngörülen hapis cezasının üst sınırı 6 ayı geçmeyen suçlardan olsa bile, uzlaştırma kapsamında ise, faile önödeme önerisi yapılamamaktadır.
Ayrıca, 5237 sayılı Kanunun 75 inci maddesinin altıncı fıkrasına göre bir kısım suçlar, ceza miktarları dikkate alınmaksızın önödemeye tabi olarak belirlenmiştir. Bu suçlar;
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun;

- 98 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan “yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi” suçu,

- Hakaret (125 inci maddenin ikinci fıkrası, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası) suçu, (14.11.2024 tarihli ve 32722 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 15 inci maddesi ile kapsama alınmıştır.)

- 171’inci maddesinde yer alan “genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması” suçu, 

- 182’nci maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen “çevrenin taksirle kirletilmesi” suçu,

- 264’üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan “özel işaret ve kıyafetleri usulsüz kullanma” suçu,

- 278’inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında yer alan “suçu bildirmeme” suçu,

 

26 Mayıs 2025 Pazartesi

YALAN ASLA

Yalana tahammülüm yok.

Çarpıtmaya, eğip bükmeye kesinlikle katlanamıyorum.

Düşünen varlık olarak elbette siyasi, sosyal, kültürel veya inanç farklılıklarımız olacaktır. Tabii ki inancımız ve düşüncemiz doğrultusunda hayatımızı tanzim etmeye çalışacağız. Bu bizim en doğal hakkımızdır. Ayrıca, sadece kendimiz yaşamak da değil; sosyal sorumluluğumuz gereğince fikrimizi, inancımızı, düşüncemizi ifade edeceğiz ve yaymaya da çalışacağız; bu bizim düşünce ve inanç hürriyetimizdir. Hiç kimse, hiçbir kurum veya hiçbir devlet buna engel olamaz, olmamalıdır.

Yalan ise, asla!

Çarpıtma, asla!

Her şeyden önce insanız; insan olarak en doğal hakkımız insanca yaşamaktır.

Temel insani değerler arasında en önemli haslet; hür irade sahibi olabilmektir. Dilediğim gibi düşünür, dilediğim gibi inanır, dilediğim gibi yaşarım. Benim tercihlerime hiç kimsenin müdahale hakkı ve yetkisi yoktur. Aşağılama, hakir görme salahiyeti de olamaz. Yanlış yönlendirme ve aldatma da olmamalıdır. Aldatmak insanın hür iradesine yapılan, alçak bir tecavüzden başka bir şey değildir.

Fikrinizi olduğu gibi dosdoğru söylemek ve yaymaya çalışmak farklı; eğip bükerek yalan ve dolanla, aldatarak taraftar toplamak farklıdır. Sen dosdoğru ol, isteyen istediği gibi inansın.

Her zaman söylemişimdir, söylemeye de devam edeceğim: “Hiçbir düşüncenize, inancınıza katılmasam da düşüncenizi ve inancınızı özgürce söyleyebilmeniz için size her türlü desteği, her zaman vermeğe hazırım. Kim sizi susturmaya kalkarsa, inancınızı yaşamaya engel olursa; ben sizin yanınızda haklarınız için mücadele edeceğim.”

Yeter ki doğru olun! Dürüst olun!

Dünyanın en aşağılık eylemi; insanı aldatmak, duyguları ile oynamaktır.

İnsan için duyguları; anı nasıl yaşayacağını ve geleceğini nasıl şekillendireceğini belirleyen en önemli değerleridir. Dolayısıyla, duygularını biçimlendirmek de öncelikle her insanın kendi hakkı ve sınavıdır.  Allah Teala, yarattığı insana cüzi irade bahşetmek suretiyle, tercihlerinde seçimi kendisine bırakmıştır. İradesine kesinlikle müdahale etmemektedir. İnsanın hayat imtihanında tercihlerini belirlerken, öncelikle doğal ve gerçek unsurları olduğu gibi görmeye hakkı vardır. Gerçeklikleri karartıp, olduğundan farklı, soslanmış görüntüler ancak şeytanın insanoğluna layık gördüğü hallerdir.

Şeytan zaten insanoğlunu aldatmaya ant içmişken, böyle bir azılı düşmanımız varken; biz insanoğlu da adeta şeytana şapka çıkartacak hile ve entrikalar ile birbirimizi aldatmaya çalışırsak, şeytandan daha aşağı, esfeli safilinin dibine düşmüş olmaz mıyız?

Madem her insan kendi imtihanını veriyor; kendi imtihanında Allah Teâlâ’nın bahşettiği en önemli değeri olan cüzi iradesini de hür tercihi ile kendisi kullanmalıdır. Bu hakkı onun elinden almaya hiçbir insanın ve otoritenin hakkı olmamalıdır. Söylenen her yalan ve çarpıtma, insanın kendi tercihlerini yaparken cüzi iradesini sağlıklı kullanabilmesinin önündeki en önemli engeldir.  

Devletin görevi; vatandaşlarının, yaşam tercihlerini hür iradesi ile istediği gibi yapabilmesi için gerekli doğru ortamı sağlamaktır. Ayrık otlarını temizlemektir.

Herhangi bir dini inancı yaşamak mı istiyorsun; o dinin iman esaslarını dosdoğru öğrenebilmelisin.

Herhangi bir ideoloji peşinde giderek; komünist, sosyalist, kapitalist, anarşist mi olmak istiyorsun; bu fikirlerin aslını dosdoğru öğrenebilmelisin.

Herhangi bir siyasi partiye, derneğe, vakfa üye mi olmak istiyorsun; o partinin, derneğin, vakfın tüzüğünü, hedef ve amaçlarını dosdoğru öğrenebilmelisin.

Bütün bunlardan önce ise, seni ve kâinatı yaratan Allah Teâlâ ve resulleri hakkında en doğru, en sahih bilgilere ulaşabilmesin.

Ne yazık ki birtakım insanlar hatalı, şahsi mülahazaları ile diğer insanların doğru ve sahih bilgiye ulaşmasına engel olmaktadır. Bu hususta devlet doğru konumlanmalıdır. Yalan ve çarpıtma ile tezvirat temizlenmelidir. Devlet doğru bilgiye ulaşma konusunda yardımcı olmalıdır. Tercihler konusunda ise kişi kendi iradesi ile baş başa bırakılmalıdır.

Neticeyi kelam: “Ya olduğumuz gibi görünelim ya göründüğümüz gibi olalım”.

Her zaman: “Emrolunduğumuz gibi dosdoğru olalım”.

Böyle olabilene, binlerce selam…

Gürcan Onat 26.05.2025, Üsküdar.

16 Ekim 2024 Çarşamba

CIA ve TEKLİFLERİ

Oyuncu Demet Tuncer CIA’den teklif aldığını açıkladı. Detaylar, aşağıda linkini verdiğim haberde mevcuttur.

Bu haberi okuyunca kafamda bir şimşek çaktı; birden, A.B.D. İstanbul Başkonsolosluğundan bana gelen bir görüşme teklifini hatırladım.

Yoksa ben de mi bir teklif ile karşı karşıya gelecektim?

Yıl: 2017

Elektronik postama bir ileti gelmiş, o sırada Ankara’da mülakatlarda görevli olduğum için biraz geç fark etmiştim. İletiyi silmemişim, hala duruyormuş, olduğu gibi aşağıya alıntılıyorum:

"Sayın Onat,

Sizi bir randevu talebi için rahatsız ediyorum. Ben A.B.D. İstanbul Başkonsolosluğu Politika ve Ekonomi Bölümü’nde görevli bir diplomatım. Eğer uygun görürseniz, hem ASDER olarak çalışmalarınız hakkında bilgi almak, hem de bölgedeki son gelişmeler üzerine değerlendirmelerinizi almak için sizden bir randevu rica ediyorum. Müsait olacağınız bir gün ve saat için bir randevu verebilirseniz çok sevinirim.

Saygılarımla,

Nathan Miller

Political Section

Consulate General of the United States of America

İstınye Mahallesi

Üç Şehitler Sokak No:2

Sarıyer 34460, İstanbul"

Doğrusu, okuyunca çok şaşırmıştım. Bir mana da verememiştim. Bu görüşme isteği neden icap etmişti ve neden ben seçilmiştim?

O zamanlar üzerinde pek fazla durmamıştım. ASDER Yönetim Kurulundaydım. MAZLUMDER'de uzun süre genel koordinatör olarak çalışmıştım. TkMM toplantılarına katılıyordum. Yani, oldukça yoğun STK faaliyetleri içerisindeydim; her inanç ve düşüncede kişi ve gruplarla bir araya gelebiliyor ve TV programlarına da çıkıyordum. Faal bir insan hakları aktivisti olarak, benim seçilmiş olmamın kabul edilebilir bir izahı ve mantığı vardı.

Randevu talebine cevap vermeden önce ASDER Yönetim kurulunda istişare ettik. Mahiyet itibarıyla, ASDER olarak çalışmalarımız hakkında bilgi almak istedikleri için, kararı kendim tek başıma vermeyerek, teklifi yönetim kuruluna, detaylı bir şekilde müzakereye götürdüm.

Değerlendirmelerimizin neticesinde, geç de olsa şu şekilde bir cevap yazdım:

"Sayın Miller, 

Öncelikle ifade etmem gerekir ki e-mailinizi çok geç gördüm. Uzun süredir iş nedeniyle Ankara'da bulunuyordum. Bayram tatili nedeniyle İstanbul'a geldim. Tatili müteakip tekrar Ankara'ya döneceğim. 04 Ağustosa kadar Ankara'da olacağım. 

Sizinle görüşmek bana da keyif verecektir. Büyük bir memnuniyetle kabul ederim.

Ancak ya döndükten sonra gerçekleştirebiliriz, ya da eğer mutlaka benimle görüşmek gerekmiyor ise ASDER'den benden daha ehil arkadaşlarımın ismini verebilirim onlarla görüşebilirsiniz, nasıl takdir ederseniz.

Ankara'da Sıhhiye Subay Orduevinde kalıyorum.

Saygılarımla, Gürcan ONAT."

Cevabıma dönüş şu şekilde oldu:

"Automatic reply: Görüşme Talebi (Otomatik cevap: Görüşme Talebi):

Thanks for your email. I will be out of the office until 03 July 2017. I will respond to your message upon my return."

Tercümesi: ( E-postanız için teşekkürler. 03 Temmuz 2017'ye kadar ofiste olmayacağım. Döndüğümde mesajınıza cevap vereceğim.)

Tabii sonra bir daha yazışma olmadı. Böylece bir hikâye başlamadan bitmiş oldu.

Oyuncu Demet Tuncer’e teklif doğrudan, oldukça açık ve net bir şekilde gelmiş; Amerika'da üniversitede siyasal bilgiler okurken, uluslararası güvenlik derslerine giren ve CIA’de analist olarak çalışan Profesör: “Demet, ajans için çalışmak ister misin?" demiş. Hatta kendisi önce teklifi yanlış algılıyor; modellik ajansı olarak düşünüyor, şaşkınlıkla 'Benim ajansla ne işim olabilir ki? Ne boyum uzun, ne yapım mankenlere uygun' diyor. Hocası izah ediyor;  Merkez İstihbarat Ajansı'nın CIA olduğunu anlatıyor. Kendi ifadesi ile önce çok heyecanlanıyor, ancak düşününce anlamlandıramıyor; ertesi gün hocasını tekrar buluyor ve merakla soruyor:

-"Prof. Dr. Lupsha, peki bana ne yaptırırlar, neden beni istesinler? Verdiği cevap, 20 yaşındaki aklıma daha da karmaşık ve anlamsız geldi: 'Seni ülkende üst düzey bir bürokrat ya da diplomat yaparlar ve zamanı geldiğinde senden sadece tek bir şey isterler.' Tam saçmaladı bu adam, beni kendi ülkemde başka bir devlet nasıl üst bürokrat veya diplomat yapabilir ki, buna nasıl gücü yetebilir ki dedim kendi kendime. Ama takıldığım o konu değildi, bunca yatırım yapıp, senelerce bekletip benden tek bir şey isteyecek olmaları düşüncesi midemi bulandırmaya yetti ve cevabım düşünmeden netti. O yaşta böyle bir cümle kurduğuma hâlâ inanamıyorum; sanırım bu sözler annemle babamın değerlerinden döküldü ağzımdan: Üzgünüm, ben ne ailemi ne de ülkemi satarım."

Bu yazılanları okuyunca on yıl öncesine gidip, hafızamı ciddi olarak zorlamaya ve yaşadıklarımı hatırlamaya çalıştım; her ne kadar o zamanlar sıcağı sıcağına üzerinde durmamış ve pek önem vermemiş olsam da, sanırım olay hiç de basit değilmiş. Zira önemli mevkideki bir dostum şunları söylemişti: "A.B.D. Konsolosluğundaki görevliler, hatta çaycısına kadar herkes özel eğitim almış istihbarat elemanıdır."

Oyuncu Demet Tuncer'e geldiği gibi bana da bir teklif gelecek miydi gelmeyecek miydi, bilemem; komplo teorileri geliştirmeye gerek yoktur. Lakin en azından benim gibi faal bir insan hakları aktivistinin ağzından istihbarat girdisi olarak değerlendirilebilecek bilgiler, veriler toplamak isteyecekleri hiç şüphesizdir.

Demet Tuncer röportajında kendisine böyle bir teklifin yapılma gerekçesi olarak şu tahminini dile getirmiş: "İstihbaratın insan unsuruna olan merakımı fark etmiş olmalı ki, benimle çalışmaya devam etti. İnsanları okumak, psikolojik kalıplarını analiz etmek ve beden dillerini neden, nasıl, hangi amaçla kullandıklarını anlamak, beni her zaman çok heyecanlandıran bir alandı ve bu konuda oldukça başarılıydım."

Demet Tuncer belli ki helal süt emmiş; "ben ne ailemi ne de ülkemi satarım" diyerek, teklifi geri çevirmiş. Ben de elbette Harp Okulunda istihbarat ve İKK dersleri almış bir emekli subay olarak istedikleri bilgileri vermeyecek ve bilakis mümkün olabildiği kadar bilgiler toplamaya çalışacaktım.

Şimdi önemli soru şu ki; Demet Tuncer kabul etmedi, benimle mülakat başlamadan bitti, fakat hepsi bu mu? Yani başka oyunculara veya gazetecilere veya bürokratlara veya politikacılara veya insan hakları aktivistlerine bu tür teklifler yapılmamış mıdır?

Elbette yapılmıştır!

Onlar kabul etmiş midir?

İşte burası meçhul!

Hepimizin düşünmesi gereken ve beni bu yazıyı yazmaya sevk eden asıl saik işte budur!

Bir an dahi gaflete düşmememiz gereken bir zamanda yaşıyoruz. İsrail'in bu kadar azgınlaştığı, pervasız arzı mev'ud çılgınlığı ile katliamlar yaptığı, sınırlarını doludizgin genişletmeye çalıştığı ve A.B.D. başta olmak üzere Avrupa Ülkelerinin koşulsuz tam destek vermeleri hengâmında bir an dahi gaflete düşmek çok büyük vebal olur. Milli Savunma Sanayimizin her geçen gün büyüme, yerli ve millileşme, özellikle dış bağımlılıktan kurtulma çaba ve gayretleri elbette, satılmış ajanlar elleriyle veya sözleriyle yalan ve iftira ve çarpıtmalar yapmak suretiyle her türlü suikasta maruz bırakılmaya çalışılacaktır.  

İçteki düşmanlarımızın, hainlerin ve ahmakların dıştaki düşmanlardan çok olduğu bir ülkede yaşadığımızı asla unutmamamız gerekiyor.

Allah her daim muinimiz, yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 16.10.2024. 14.00, Fatih

https://www.haberturk.com/cocuklar-duymasin-in-mary-si-demet-tuncer-yillar-sonra-acikladi-magazin-haberleri-3727900-magazin

  

3 Eylül 2024 Salı

KILIÇLAR KİME ÇEKİLDİ

Bunu da mı görecektik; bakalım daha neler göreceğiz?   

Harbiye’de mezuniyet töreninde eylem!

Cumhuriyet tarihinde bir ilk olsa gerek… Osmanlı’da çok örneğini görmüştük, yeniçeri kafasına esince kazan kaldırırdı, lakin cumhuriyet ordusunda ilk defa yaşıyoruz: Harbiye’de kılıçlar çekildi…

İster istemez şu soru akla geliyor; kılıçlar kime çekildi?

Mezuniyet töreninde, rütbelerini taktıkları meslek hayatlarının ilk gününde teğmenler bu eylem ile ne mesaj vermek istediler?

Mesaj önemli elbette ama ben öncelikle daha önemli bir konuyu dile getirmek istiyorum; disiplin!

Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli özelliği disiplinidir. Askerlik mesleğinin ilk ve en temel meselesi; bu, disiplinidir.

Disiplinsiz orduya ordu denilmez; olsa olsa çapulcu denilir! Dünyanın en disiplinli ordusu olan TSK’lerini kimse töhmet altında bırakacak eylemlerde bulunamaz!

Bir asker kanun, nizam, yönetmelik ve emirler dışına çıkamaz. Törenlerin ne şekilde yapılacağı; kim, nerede, nasıl davranacak, detaylı bir şekilde planlanır ve günlerce bunun provası yapılır. Bu plan ve program dışına asla çıkılamaz. Disiplinli olmak bunu gerektirir… Askerlikte mantık yoktur, sözü de basit bir söz değildir. Düşünün bir savaşa girmişsiniz, herkesin yapacağı detaylı bir şekilde belirlenmiş herkes uyguluyor, bir kişi çıkıp mantığını kullanarak farklı şeyler yapıyor; ne olur o plan, o savaşı kazanabilir misiniz? Yoksa bozgun mu yaşarsınız?

Biz de Harbiyeli olduk, o günleri biz de yaşadık. Hatta bizim zamanınızda, 80 öncesi ideolojiler Harp Okullarına kadar girmişti; kamplaşmaları acımasızca yaşadık, devre arkadaşlarımıza kötü gözlerle baktık, ama sonra pişman olduk… O dönemlerimizde de hiç birimiz farklı bir eylem sergileyelim diye düşünmedik. Adam gibi diploma törenimizi yaptık. Sonra kıtalarımıza dağıldık, vazifelerimizin başına geçtik.

Teğmen! Sen yeminini ettin… Sonra kılıcını çekip bir yerlere böyle mesaj veremezsin. Senin vazifen iç hizmet kanunu madde 35'de açık seçik ve net olarak tanımlanmış:

"Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır."

Yeminini yaptın, artık bundan sonra kıtana gideceksin ve görevini en güzel şekilde yapacaksın!

Eğer kanunların dışına çıkmak istiyorsan, üzerinden devletinin sana teslim ettiği, milletine ait o şerefli üniformanı çıkaracaksın sonra keyfine göre, ne istiyorsan yapacaksın. Senin inancın, fikrin, ideolojin, etnik kimliğin, mezhebin hiç kimseyi hiçbir şekilde ilgilendirmez; istediğin gibi siyasi, sosyal, ticari v.s. faaliyetini yürütürsün. Ülkede demokrasi var, özgürlük var.

Ama o üniformanın içinde iken sadece kanun, emir ve talimatlara uyacaksın. Asla dışına çıkamazsın!

Kara Harp Okulunda, dokuz yüzü aşkın Harbiyelinin mezun olduğu o mutlu günde, 300-350 kişinin yaptığı eylem hepsine şamil edilemez, elbette; ancak bu eylem basit bir disiplinsizlik gibi de değerlendirilemez. Hemen, hepsi açığa alınarak, ciddi olarak soruşturulmalıdır. Azmettirenler varsa ortaya çıkartılmalıdır. TSK içerisinde ve Milli Savunma Üniversitesinde hiçbir kamplaşmaya tahammül edilmemelidir.

Sadece teğmenler değil, sıralı komutanları da sorgulanmalıdır!

Darbeye ve işkenceye sıfır tolerans!

Bu teğmenler orduda toplu eylemin isyan anlamına geldiğini bilmiyorlar mı? Elbette, çok iyi biliyorlar. Peki, bunu bildikleri halde meslek hayatlarının daha ilk gününde böyle bir eylemi nasıl yapabildiler; bu neyin cesaretidir?

Durum şunu gösteriyor ki: Bu eylem kendiliğinden zuhur, basit bir eylem değildir; üzerinde önceden düşünülmüş, çalışılmış, planlı bir gösteri olduğu aşikârdır. Ayrıca, sadece teğmenlerden ibaret olmadığı, arkasında daha üst rütbelerde bir takım odak ve hatta belki de ucu önceki darbelerin artıklarına kadar gidebilecek bir yapılanmanın olduğu ihtimali de oldukça yüksektir.

28 Şubat sürecinde, TSK içerisinde kadrolaşmış darbecilerin disiplinsizliklerini milletçe görmüş, çok acı günler yaşamıştık. Neyse ki; o disiplinsizler yargılandılar cezalarını aldılar. Çevik Bir, Çetin Doğan ve avaneleri yıllarca cezaevlerinde yattılar, rütbeleri söküldü! Ama 15 Temmuz kalkışmasını da yaşadık; hainlerin nasıl TSK’ya sızdıklarını da gördük. Çok şükür milletin şamarı ile onları Pensilvanya’ya kadar fırlatıp attık. Dolayısı ile bu kadar acı tecrübeleri yaşamış millet olarak, elbette TSK içerisinde yeni bir kadrolaşmaya tahammülümüz olamaz! Aksi taktirde, bunun sonu bir gece yarısı internet bildirisine ve balans ayarlarına kadar gider! Hiçbir zaman unutmayalım ki  yapılan bütün darbeler Gazi Mustafa Kemal'in adı kullanılarak yapılmıştır!

Asker mesaj veremez! Asker icraat yapar! Askerin görev ve sorumluluğu bellidir; sınırları düşmandan korumak, işte o kadar!

Soruşturma mutlaka yapılmalı ve eğer farklı bir yapılanma tespit edilirse; bunun hesabını Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanı ve MSB Rektörü ile Dekan da vermelidir.

Başbakan Adnan Menderes’e darbe ihbarı geldiği zaman; inanmadı ve hiçbir tedbir almadı!

Sayın Cumhurbaşkanım, bu kılıçlar kime çekildi? Ne için, ne mesaj verilmeye çalışıldı?

Siz merak etmiyorsanız, biz millet olarak merak ediyoruz…

Adalet cesaret ister!

Allah devletimizi, milletimizi muhafaza etsin; yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 03. 09. 2024, Fatih.



 

12 Ağustos 2024 Pazartesi

ONU SİZE NASIL ANLATSAM

Evet, Adnan paşam da vuslata erdi.

Çok sevdiği Mevla’sına kavuştu.      

                              

Devre arkadaşı kendisinden sitayişle bahsediyor, diyor ki; “Israrla söyleyebilirim ki asker Tanrıverdi örnek bir asker, iyi bir arkadaş ve güvenilir bir dost olarak devremizde temayüz etmiştir. Bu üstün vasıfları dolayısıyla mümtazen terfi ederek bizlerin bir yıl önüne geçmiştir. Asker TANRIVERDİ devre arkadaşları ve diğer askerler arasında saygı görmüş, sevilmiş, sayılmış ve haklı olarak itibar görmüştür…”

Emekli olduktan sonrası için ise çok farklı şeyler yazmış: “1996 yılında emekli olmasını müteakip günümüze kadar kamuoyunda adından çok bahsedilen kişi bizim silah arkadaşı olarak güvenip sırtımızı dayadığımız arkadaşımız değildir. Bu yeni Adnan Tanrıverdi geçen 28 yıl içinde üniforma taşırken sahiplendiği ve sırtını dayadığı asker arkadaşları tarafından sevilmeyen, sayılmayan ve binlerce yıllık Türk Ordusunun geleneksel güçlü yapısını yıkan kişi olarak görülmüş ve toplumumuzdan dışlanmıştır.”

Devre arkadaşı Adnan paşamızı çok güzel tasvir etmiş, öncesi ve sonrası ile...

Emekli olduktan sonrası bizim çok iyi bildiğimiz Adnan paşamız.

Muvazzaf halini ise, biz pek bilmiyoruz; ben şahsen hiç bilmiyorum, zira havacıydım. Ancak kendisinden ve yakın silah arkadaşlarından dinlediğimiz şu ki; çok başarılı, üstleri tarafından sevilen ve sayılan, plan tatbikatlarının gözde kurmayı, istikbali çok parlak geleceğin Kuvvet Komutanı ve hatta belki de Genelkurmay Başkanı olarak düşünülen General.

Tayin edilmiş olduğu görev yerleri bir subayın geleceğini az çok belli eder. Adnan Tanrıverdi'nin 1980 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisini bitirdikten sonra görev yerlerine bakarsak, istikbalinin parlaklığı ortaya çıkar...

·         1978 – 1980 yıllarında 2’nci Piyade Tümen Komutanlığında İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Kurmay Başkan Vekilliği;

·         1980 – 1984 yıllarında Kara Harp Akademisi Öğretim Üyeliği;

·         1984 – 1986 Genelkurmay Özel Harp Daire Başkanlığı Lojistik ve Harekât Şube Müdürlükleri, Kurmay Başkan Vekilliği;

·         30 Ağustos 1980 tarihinde mümtazen terfi ettirilerek Binbaşılığa, 30 Ağustos 1984 tarihinde  Yarbaylığa, 30 Ağustos 1987 tarihinde Albaylığa yükseltildi.

·         Akademi öncesi Özel Tekâmül Kursları, Fransızca Temel Kursu ve Gayri Nizami Harp Kursu;

·         1986 – 1988 yıllarında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Sivil Savunma Teşkilat Başkanlığı;

·         1988 – 1990 yıllarında Hâkim olarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi 1’inci ve 2’nci Dairelerinde Subay Üyelik ve 1’inci Daire Başkan Vekilliği;

·         1990 yılında 8’inci Kolordu Topçu Alay Komutanlığı;

Atanmalarından belli ki, seçilmiş bir kurmay subaydı...

Peki, ne oldu da bu kadar başarılı bir general birden, devre arkadaşları ve TSK nezdinde sevilmeyen, sayılmayan oluverdi?

28 Şubat!

Evet, 28 Şubat süreci hak ile batılın, elmas ile kömürün ayrıştığı ağır bir imtihan süreciydi...

2’nci Zırhlı Tugay Komutanı iken yukarıdan bir telefon alıyor; kendisine, Tugayında irticacı oldukları tespit edilen subay astsubayların isimleri veriliyor, bunların dosyalarını tanzim edip, YAŞ için göndermesi isteniyor.

Bu telefon en önemli kırılma oluyor Adnan paşamız için.

Kendisinden dinledim; hayatının en zor kararlarından birini vermiş. Bütün gece düşünmüş, ölçmüş biçmiş, mahiyetindeki bu subay ve astsubaylar çalışkan, disiplinli, görevlerini en güzel şekilde yapan sevdiği askerlermiş. Tek kusurları(!) namaz kılmaları ve eşlerinin başlarının örtülü olmasıymış.

Ama 28 Şubat zaten bu değil miydi? Orduyu bu yerli ve milli vatan evlatlarından temizleyip, ABD emrine tertemiz(!) teslim etmek…

Adnan paşamız o gece azimet ile hareket etmeyi tercih ediyor. Dosyaları göndermiyor, arayanlara da: “Bunlar benim en başarılı personelim, hiçbir disiplinsizlikleri yok, disiplinsiz diye rapor düzenleyip gönderemem!” cevabını veriyor.

Hâlbuki gönderse de olabilirdi, zira o personel bir sene sonra Adnan paşamızın yerine gönderilen yeni Tugay Komutanı eliyle yine kapı önüne konacaklardı, nasılsa. Nitekim öyle de oldu. Sadece bir sene daha görevde kalmış oldular. Oysa kendisi görevde kalır, terfi eder, daha önemli mevkilere gelebilirdi. Daha önemli vazifeler icra edebilirdi. Ruhsat vardı; Ammar bin Yasir gibi davranabilirdi. Lakin, Adnan paşamız ilk şehitlerimiz; Sümeyye ve Yasir gibi davrandı, azimet ile hareket etti. Onlar İslam'ın ilk şehitleri oldular, Adnan paşamız da üniformasını feda etmiş oldu.

Evet, devre arkadaşlarının ve TSK’lerinin kıymetlisi artık kulvar değiştiriyordu. Bundan sonra askerlik hayatında hızla iniş başladı. Önce, Tugay Komutanlığından, Sağlık Daire Başkanlığına alındı. Tuğgenerallik süresinin bitmesine bir yıl kalmıştı. Nitekim o bir yılın sonunda da terfi ettirilmeyerek, kadrosuzluktan emekliye sevk edildi. Yıl: 1996

Artık, Adnan paşamız zihninde hiçbir "acabası" olmadan, kalbi mutmain, huzurlu bir şekilde evinde oturuyor; eşi muhterem Füsun hanımla yeni hayatlarında, geleceklerini şekillendirmeye çalışıyorlardı.

Henüz farkında değillerdi, lakin kader onlara çok önemli bir görev biçmişti; isteseler de istemeseler de yeni gömleklerini giyeceklerdi.

28 Şubat mağdurları kendisini evinde ziyaret ediyor: “Komutanım ne yapacağız?” diye, soruyorlardı.

Bir, üç, beş ziyaretler, baskılar… Bu işin kaçacak tarafı yoktu. Anlaşılan o ki; yepyeni çalışmalar, faaliyetler, mücadeleler ufukta parıldamaya başlamıştı…

Adnan paşamız ve Füsun hanım, evlerinde istirahat edemeden,  yeni yollarında yürümeye başladılar…

O sıralar, 28 Şubat hız kesmeden devam ediyor; her YAŞ toplantılarından sonra gazeteler boy boy irticadan(!) atılan subay astsubayların sayılarını veriyordu.

Karacılar, Denizciler, Havacılar, Askeri hâkimler, Askeri tabipler yoğun baskı altında, ikilem arasındaydılar; ya eşleri başlarını açacak, ya atılacaklardı.

“Kaderin üstünde bir kader vardı; göklerden gelen bir karar varmış”

Sanki ilahi bir sevkiyat ile binlerce vatan evladı çok sevdikleri üniformalarından kopartıldı; kapı önlerine konuldu… Tüm Kuvvetlerden re'sen emekli edilen, imanlarından taviz vermeyen dindar askerler sudan çıkmış balık gibi şaşkın bir halde ortalıkta dolaşır oldular. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı…

Belki hiçbirisi farkında değildi ama sanki bir yerlere gayriiradi sürüklenmeye başlamışlardı.

Vesilelerle birbirlerini bulmaya, kaynaşmaya başladılar; işte bu kaynaşmalar neticesinde Adnan paşamızın riyasetinde yeni bir oluşuma doğru kanat açtılar…

ASDER doğdu.

ASDER, kısa zaman içerisinde tüm mazlumların ufkunda yeni doğan güneş gibi yükselmeye başladı.

ASDER’e Genel Başkan seçilen Adnan paşamız, insan hakları, hukuk ve adalet aktivistliği misyonunu üstlendi. Tüm mazlumlar adına, kutsal bir dava bekliyordu artık onu…

28 Şubatın o meş’um günlerinde tüm mazlumlar için bayrağı eline alarak, en üst seviyeden mücadelesine başladı.

28 Şubat post modern darbesinin başı olan Genelkurmay Başkanına, 03 Ocak 1997 tarihinde,  "BU KIYIMI DURDURUN" başlığı ile el yazısıyla detaylı bir mektup yazdı, altına imzasını atıp gönderdi.  Bilgi için de zamanın Başbakanı, MSB'nı ve Yüksek Askerî Şuranın 6 Karacı Orgeneral üyesine posta ile ayrıca gönderdi. Daha sonra da bir vesile ile zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e  ulaştırıldı. ASDER tarafından hazırlanıp bastırılan "Ben Disiplinsiz Değilim" Kitabında da aynen yer almıştır.

İş adamı Emin Üstün ile tanışmaları, birlikte yürümeleriyle; 28 Şubatın zalimlerine karşı halkı bilinçlendirme ve 28 Şubatın gerçek yüzünü anlatma çalışmaları başladı.

1997 – 1998 yılları arasında fahri olarak üstlendiği Üsküdar FM Radyosunun Genel Koordinatörlük göreviyle, darbecilere karşı yayınlara başladı. Bu dönemde, Emin Üstün ile STK’ları, kanaat önderlerini ziyaret ederek, cesaret aşılamaya çalıştılar.

ASDER bir dağ gibi darbecilere karşı dimdik ayakta idi. Adnan paşam, alanda mücadele yürüten birçok dernekle birlikte, demokrasi düşmanlarına karşı, TEHÖP-Temel Hak ve Özgürlükler Platformunun oluşturulmasında önemli rol üstlendi; darbecilere açıkça meydan okunmaya başlanmıştı.  Birçok panel ile birlikte, “Milli İradeye Saygı Paneli” de o yıllarda yapıldı. Başörtüsü mağduru kızlara eylem yaptıkları okullarının önlerinde ziyaretler yapılarak, gül dağıtıldı, moral ve cesaret aşılandı.

Darbecilere karşı bu mücadeleler yürütülürken, yurt dışından gelen röportaj tekliflerine hiç sıcak bakmadı; kaç tane televizyon kanalı geldi ise hepsini geri çevirdi. Vatan sevgisi çok yüksekti; "kol kırılır yen içinde kalır" hassasiyetiyle, ülkesini hiçbir zaman Avrupa ajanslarına şikâyet etmedi.

ASDER o yıllarda “Ben Disiplinsiz Değilim” kitabını yayınlamıştı. Genelkurmay Başkanlığı bir asteğmen göndererek bu kitabı satın aldırdı.

ASDER artık güçlüydü, atılan subay astsubaylar, ASDER bünyesinde bir araya geliyor, hukuk mücadelesi yapıyordu. Post modern darbeciler fiili darbe söylentilerini fısıltı halinde yayınca ASDER, darbecilere karşı milli iradenin hâkimiyetini sağlayacak sivil toplum çalışmalarının çerçevesini şekillendirme çalışmaları yürüttü.  Adeta, “sıkıysa kışlanızdan çıkın biz de sokaklara çıkacağız” mesajını iletmişti. 28 Şubatın kâğıttan kaplanları kışlalarından çıkamadılar. Onlar sadece korku salmayı becerebiliyorlardı. Aslında ne kadar yüreksiz ve korkak olduklarını biz çok iyi biliyorduk. İyi tanıdıkları Adnan Tanrıverdi ASDER’in başında aslan yüreği ile adeta onları bekliyordu.

27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay sitesinde yayınlanan muhtıra niteliğindeki bildiriye, Adnan paşamız en güzel şekilde cevap vermiştir. Gece yarısı Genelkurmay Web sitesinde konmasından 5 saat sonra karşı bildiri ASDER tarafından e-posta ile Başbakan, Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri ile basına gönderilmiştir. 29 Nisan’da gazetelerde yayınlanmıştır.  

Adnan paşa ve ASDER oldukça artık fiili darbe imkânsız hale gelmişti. Darbeciler, sadece, kalleşçe YAŞ kararları ile TSK’da temizlik (!) yapabiliyorlardı.

AKPARTİ iktidarından sonra artık o iş de yürümez oldu.

Adnan paşa sürekli sivil toplum örgütlerinde konferanslar veriyordu; konuşmaları ve yazıları ile üzerine düşeni yapmaya çalışıyordu.

Kendi adına kurmuş olduğu WEB sitesinde amacını şu şekilde açıklamıştı: "Makam, mevki ve servet beklentilerini geride bırakmış bir kişi olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerindeki hizmetlerin kazandırdığı birikim ile güncel olaylara bakış açımı Milletimizle paylaşmayı  görev  kabul ediyorum."

Nitekim referandumdan sonra Adnan paşamızın en önemli görevi başlayacaktı; darbelerin ve darbecilerin tarihin çöplüğüne bir daha çıkmamacasına gömülmeleri.

Her zaman dile getirdiği iç hizmet kanunun 35. maddesinin değiştirilmesi; devre arkadaşının " Binlerce yıllık Türk Ordusunun geleneksel güçlü yapısını yıkan kişi olarak görülmüş ve toplumumuzdan dışlanmıştır”, dediği inkılaptı. Böylece, darbecilerin elinden yasal dayanak alınmıştı. TSK'nin Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini tanımlayan 35. maddedeki muğlak ifadeler açılarak, görev net ve anlaşılır şekilde tarif edildi. Böylece ordunun düşmanı içeride değil dışarıda araması sağlandı.

Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.

Eski kanun metni şöyleydi:" Madde 35 – Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır."

Bu değişiklik darbecilerin hiç hoşuna gitmedi; ellerindeki en güçlü sopa alınmıştı, artık darbe yapmaları yasal olarak imkânsızdı; kalkıştıkları an, gayrimeşru hale düşeceklerdi. Tıpkı FETÖ kalkışmasında olduğu gibi.

İşte bunun için dışlanmıştı, Adnan paşamız. Gerçi sadece bu değil, yeni inkılaplar gelecekti...

Adnan paşamız her zaman mazlumun, hakkın ve hukukun yanında yer aldı. Hiçbir zaman zalimlere meyletmedi. Zerre kadar adaletten şaşmadı. Mazlumlar arasında ayırım da asla yapmadı. Tüm darbe mağdurları için mücadele yürüttü; 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat hepsi onun gündemindeydi. Hakkın hatırının üstünlüğünü hiçbir hatıra değişmedi.

15 Temmuz kalkışmasından sonra 15 Ağustos 2016 tarihinde Cumhurbaşkanımız tarafından Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ve 08 Ekim 2018 tarihinde de Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politika Kurul Üyeliğine getirilmiştir. Bu görevlerinden 09 Ocak 2020 tarihinde istifa ederek ayrılmasına kadar yine devrim niteliğinde kararların alınmasında etkili olmuştur.

MGK ve YAŞ kurullarının yeniden yapılanması, Genelkurmay Başkanlığının MSB’lığına bağlanması, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde iç tehdit tanımının değiştirilmesi, terörle mücadele usulünde konsept değişikliği, çağı yakalamamıza neden olmuştur. Terörü bitiren en önemli değişiklik de bu olmuştu; artık sınırlarımızın içinde değil, sınırlarımızın dışında mücadele ediyorduk. Teröristleri inlerinde vurmaya başlamıştık. Elbette darbeciler, FETÖ, ABD ve İsrail Adnan paşadan nefret edeceklerdi. Vatan hainlerinin, Millet düşmanlarının Adnan paşamızı sevmesi mümkün değildir.

ASSAM, bir stratejik araştırma merkezi olarak Adnan paşamızın önderliğinde kuruldu.

ASSAM'ın amacı sitesinde şu şekilde açıklandı: "Müslüman Milletlerin refahı, kurdukları devletlerin bekası, Dünyada barışın tesisi ve adaletin hâkimiyetinin, İslam Ülkelerinin bir süper güç olarak Dünya siyaset sahnesine çıkması ile mümkün olabileceği düşüncesinden hareketle; Müslüman Devletlerin; her biri için milli güç unsurları ile ilgili veri tabanının oluşturulmasını, Münferit ve müşterek iç ve dış tehdit değerlendirmelerinin yapılmasını, İç ve dış güvenlik plan esaslarının tespit edilmesini ve ortak bir irade altında toplanması için ihtiyaç duyulan müesseseler ve bu müesseselerin teşkilatlanma esas ve prensiplerinin oluşup gelişmesini sağlayacak fikri çalışmaları yapmaktır."

ASRİKA onun hayaliydi. Yine kendisinin üstün gayretleri ile 7 yılda tamamlanan İslam Birliği Kongreleri yapıldı. Gayesi, İslam Birliğinin alt yapısını, mevzuatını oluşturmaktı. Hayata gözlerini kapatmadan mevzuat çalışmasının tamamlandığını gördü, çok şükür.

AB'nin alternatifi olmak üzere ASRİKA İslam Birliği model anayasasının hazırlanmasına öncülük etti. Bu model anayasa, AB benzeri bir yapının model anayasası idi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasasının alternatifi değildi. Bu çalışma, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve vatanının bölünmez bütünlüğünü garanti altına almayı hedefleyen ve bir adım daha ileri, küresel bir birliğe liderlik etmesini sağlayacak bir model öneriyordu.

SADAT ile Türkiye Savunma Sanayi literatürüne, savunma ve havacılık sanayi hizmet sektörü kavramını Adnan paşamı soktu. Silahlı Kuvvetlerin iki temel unsurundan sadece harp araç gereçlerine odaklanan Türk Savunma Sanayine önemli bir ufuk açtı; silahlı kuvvetlerin diğer önemli unsuru olan orduyu reorganize, modernize edecek çalışmalar yürüten SADAT Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketinin kurulmasına öncülük etti.

İlginçtir, ilk tepki pentagondan geldi. Bundan sonra,  FETÖ, ABD, İsrail ve darbeciler yerli uşakları vasıtasıyla bütün güçleriyle Adnan paşamıza savaş açtılar.

ASSAM'ın İslam Birliği Kongrelerine saldırdılar. SADAT'a saldırdılar. Söylediği her sözü çarpıtarak, yalanlar ile saldırdılar. En güzel örneği de; Mehdi konusudur. "İslam Birliği için ortamı hazırlayalım" sözü, Mehdinin gelişi için ortamı hazırlayalım şeklinde çarpıtıldı. Adnan paşamı, Mehdi bekleyen paşa diyerek alay konusu ettiler. Her zamanki alçaklıkları ile itibarını zedelemeye çalıştılar.

Bu konularda kendisi ile çok dertleştik; ben tahammül edemezken kendisi o kadar sakin ve huzur içerisindeydi ki, anlatamam. "Gürcan Bey onlar vazifelerini yapıyorlar, biz işimize bakalım" derdi.

Ümmetin derdiyle dertlenirdi; Filistin'in ordusu olmalı diyen, ilk o oldu. Kendi Web sitesinde,  "Filistin'in de Ordusu Olmalı" başlıklı makalesini 24 Ocak 2009 tarihinde yayınladı. Katıldığı birçok STK toplantılarında, TGTV ve İDSB bünyesinde bu fikrini açıkladı.

Ufku çok geniş ve ileriydi, onun görebildiklerini, anlatmaya çalıştıklarını ne yazık ki çok az kimse anlayabildi.

İçeride, ülke sorunları ile ve dışarıda ümmetin sıkıntıları ile sürekli ilgilendi; çözüm yolları bulmaya çalıştı. Yeni anayasa çalışması için olması gerekenler hakkında makale yazarak sitesinde yayınladı. "Anayasa, devlet hizmetlerinin merkezine, insana hizmeti koymalıdır. İnsanı yaşatıp koruyup geliştirmeyi esas almalı, tecavüzlerin cezalandırılması için yasal düzenlemeler yapılmalıdır." diyerek anayasanın ruhunun ve temel esasın ne olması gerektiğini yazdı.

"Kürt Meselesi ve Bölücü Teröre Karşı Çözüm Önerileri" başlıklı makalesini 24 Aralık 2008 tarihinde Web sitesinde yayınladı. Çözüm sürecinde, kendisinin riyasetinde ASDER – ASSAM dörder kişiden oluşan üç ayrı ekip kurarak, güney doğuya giderek yerinde gözlemler ile detaylı rapor hazırlayıp, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, tüm Bakanlıklar ve tüm Milletvekillerine göndermiştir. Alanında tek inceleme ve raporlama çalışmasıdır.

Suriye savaşından sonra,  Suriye'nin durumunu inceleyen kapsamlı raporlar tanzim edilmiştir.

Tüm makaleleri, 2017 yılında TİMAŞ tarafından kitaplaştırılarak “28 Şubattan 15 Temmuza” kapak ismiyle yayınlanmıştır.

Adnan paşamızın vefatı ile ü

lkemiz çok büyük bir değerini yitirmiştir.

Böylesi bir daha gelir mi bilemem? Gönlü millet ve memleket aşkı ile doluydu.

Kâmil iman sahibi, muttaki, her yaptığını sadece Allah rızası için yapan, hak ve hukuktan asla sapmayan, adaletten taviz vermeyen, insan hakları konularında duyarlı, mazlum ve mağdurlarda ayırım yapmayan, yardımsever, salih, cömert bir insandı.

Umudunu asla yitirmedi, bıkkınlık, yılgınlık tanımıyordu. Çalışmaktan hiç yorulmadı.

Fikir ve inançlarını her ortamda dosdoğru açıklayabilen yüksek medeni cesaret sahibi, kibar, naif, ince düşünceli, müşfik, sevecen bir kişiliğe sahipti. Beşeri münasebetlerinde hassastı.

Tehdit, baskı ve zulüm karşısında hiçbir zaman boyun eğmedi. Asla, özgür ruhuna pranga vurulamadı.  

İlim ve irfan sahibiydi; muhakeme kabiliyeti ve sorunlara çözüm bulma becerisi çok yüksekti. İleri görüşlüydü. Ufku çok genişti.

Onu size nasıl anlatsam?

Eğer sahabeler zamanında yaşasaydı O, Halit bin Velid'di;

Eğer Emeviler zamanında yaşasaydı O, Ömer bin Abdülaziz'di;

Eğer Selçuklu zamanında yaşasaydı O, Alparslan'dı;

Eğer Osmanlı zamanında yaşasaydı O, Yavuz Sultan Selim'di,

Ancak çağımızda yaşadı ve biz onu Adnan paşamız olarak tanıdık ve sevdik. Öyle sevdik ki; o nurlu, mütebessim siması hafızamızda sürekli duracak, muhabbeti kalbimizde hep yaşayacak ve davası davamız olarak, biz nefes aldıkça devam edecektir.

Cennette makamı yüce olsun.  Rabbim bizi orada da bir araya getirsin. (âmin)

Gürcan Onat, 12. 08. 2024, Fatih.

NOT: Adnan paşamızın yazılarına kendi Web sitesinden ulaşabilirsiniz.   https://www.adnantanriverdi.com/

  

20 Mayıs 2024 Pazartesi

AYNI KALEM İLE

Kadına tecavüz eden adam yakalanmış, yargılanmış ve 20 yıl ceza almış. Lakin af gelmiş ve tecavüzcü 20 ay yatmadan çıkmış.

Tecavüze uğrayan kadın bulmuş bir tabanca, tecavüzcüyü sokak ortasında vurmuş.

Tutmuşlar kadını, hâkim karşısına çıkarmışlar.

Hâkim sormuş: - "Adamı niye öldürdün?"

Cevap: - "Bana tecavüz etti, hâkim bey".

- "Devlet cezasını vermedi mi?"

- "Verdi hâkim bey, yirmi yıl... Fakat yirmi ay yatmadan çıktı."

- "Ama devlet affetti, bunda ne var?"

Kadın dayanamayıp bağırır: - "Hâkim bey hâkim bey! Bu şerefsiz devlete değil bana tecavüz etti. Bana danışmadan kim onu affedebilirmiş?"

Evet, Sayın Cumhurbaşkanımız 28 Şubat post modern darbecilerini affetti!

Cumhurbaşkanımızın imzaladığı 8471 sayılı karar ile; TC İcra Vekilleri Heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek suçundan, Ankara 5'inci Ağır Ceza Mahkemesinin 13/04/2018 tarihinde müebbet hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilen Arif ve Müzeyyen'den olma 15/5/1940 doğumlu Çetin Doğan'ın, kocama hali kapsamında bulunduğunu belirten Adli Tıp Kurumu 3'üncü Adli Tıp İhtisas Kurulunun 5/4/2023 tarihli raporu sebebiyle, TC Anayasasının 104'üncü maddesinin 16. fıkrası gereğince cezası kaldırılmıştır.

Aynı şekilde, aynı suçu işleyen ve aynı cezaya çarptırılan Hamit ve Zehra'dan olma 14/5/1939 doğumlu Çevik Bir'in de, kocama hali kapsamında bulunduğundan, Cumhurbaşkanımızın 8463 sayılı kararı ile cezası kaldırılmıştır.

Aynı şekilde, müebbet hapse mahkûm edilen diğer 28 Şubat post modern darbecileri de cezası kaldırılanlar arasına dâhil edilerek, cezaevinden çıkarılmışlardır.

Ne demeliyim, hayırlı olsun mu?

Yoksa o kadının mantığından hareketle, şimdi ben de: "Ben neden Binbaşı rütbesinde emekli olmak zorunda kaldım, neden benim rütbem şimdi Albay yapılmadı", diyerek isyan mı etmeliyim?

Peki, 28 Şubatın o şiddetli kaos yıllarında mağdur edilmiş binlerce subay, astsubay, öğretmen, memur, öğrenci ve hatta vatandaşlar ne demeli? Kocası ordudan atıldığı için GATA'dan atılarak vefat eden kanser hastası hanımefendi ne demeli? Başı kapalı olduğu için hastaneye alınmayıp vefat eden kadın ne demeli? Ordudan atılmayı içine sindiremeyip intihar eden subay ne demeli?

Unutulmamalı ki; "zalime merhamet mazluma ihanettir!"

Mülkün devamı ancak, adalet ile sağlanır!

28 Şubat'ın darbeci zalimlerini affederken adaleti ne kadar sağlayabildik?

Bugüne kadar, 28 Şubat mağdurlarının yaralarını ne kadar tedavi edebildik?

KOCAMIŞ! Zalim Sırtlanları affedebiliyorsak; masum ve mazlum yaralı kuzuların yaralarını da gereği gibi sarmamız gerekmiyor mu?

Hatırlarsak, 28 Şubat darbe yıllarında zulüm o derece şiddetlenmişti ki artık arşa varmıştı; neticede gayretullaha dokunarak; tüm insani vicdanları harekete geçirip, musibeti def ettirmişti.

O yıllarda, vicdan sahibi tüm vatandaşlarımız, inanç ve düşüncesi ne olursa olsun, "yetmez ama evet" diyerek, darbecilerin karşısında dimdik durarak ülkesine sahip çıkmıştı. O mitingleri, o eylemleri hala çok iyi hatırlıyorum: Sağcı solcu, dinli dinsiz, kadın erkek hep birlikte sokaklardaydık. Tıpkı 15 Temmuz FETÖ kalkışmasına milletçe dur dediğimiz gibi; o günlerde de 28 Şubat Post modern darbecilerine dur demiştik, halkımızla...

Bu millet darbeciyi sevmez, haini sevmez, vatanını satanı sevmez...

Fikir, inanç ve düşüncelerimiz ne olursa olsun hep birlikte toplumsal barış ile huzur içinde yaşayabiliriz; ama darbeciyle, zalim ve hainle asla...

Zalimin zulmünü engellemek önemli bir vazifemiz olmakla beraber; mazlumun mağduriyetini gidermek de aynı derecede görevimizdir.

28 Şubat darbecilerini affederken; onların işledikleri tahribat ve zulümatın da giderilmiş olması gerekmez mi?

28 Şubat mağdurlarının yaraları bu kadar yıl geçmesine rağmen, hala kanamaya devam ediyor. Hesabımız ahrete bırakılmamalı; orada zaten boynuzsuz koçun hakkı boynuzlu koçtan alınacak, bunda hiçbir şüphemiz yoktur. Ama oy verip iktidara getirdiklerimizden de dünyada yaşarken haklarımızın temin edilmesini beklemek en doğal hakkımızdır. Ahirette sorgusuz sualsiz hüküm Allah'ındır. Lakin dünyada, Rabbül âlemin halife tayin ettiği insan vasıtası ile adaletin temin edilmesini irade buyurmuştur. Bu görev hepimizdedir. Biz de oylarımız ile bu görev ve sorumluluğu yerine getirmesini seçtiğimiz insanlara tevdi etmişiz. İmtihan dünyası... Seçtiğimiz insanlar bu görevlerini yerine getirmezler ise nedenini bilmek hakkımızdır!

Benim gibi, 28 Şubatta emekliliğe zorlanan subay astsubaylar henüz hiçbir hak alamamıştır! Üçlü kararname ile re'sen emekli edilenler hala hiçbir hak alamamıştır! Askeri öğrenci iken atılanlar hiçbir hak alamamıştır! 12 Eylül'de TSK'den atılanlar haklarını aldıkları halde, 12 Martta atılanlar hiç bir hak alamamıştır! 6191 sayılı kanun ile araştırmacı kadrolarına atananların eksik kalan hakları ise hala beklemektedir! Diğer Bakanlıklardaki mağdur memurlar da haklarını alacakları günü beklemektedir. Yalan, iftira ve kumpaslarla hapislere atılan mahpus mağdurlar da umutla adaletin tecelli edeceği günü beklemektedir.

28 Şubatta devleti trilyonlarca zarara sokanlar, Bosnalı dostlarımıza hainlik yapanlar, İsrail için darbe yaptık diyenler affedildiği halde; bu zalimlerin zulümlerine maruz kalan mazlumların mağduriyetleri hala giderilememişse; orada, adaletten ve toplumsal barıştan söz etmek çok zordur.

"Kenar-ı Dicle'de bir kurt kapsa koyunu, gelir de adli ilahi Ömer'den sorar onu!" Demiyoruz. Lakin adaletin temin edilebilmesi için gayret ve çabayı görmek istemiyor da, değiliz!

Sayın Cumhurbaşkanım, eğer binlerce 28 Şubat mağdurunun gece yataklarında rahat uyuyabilmelerini istiyorsanız; hayır dualarını almak istiyorsanız; darbeci zalimlerin affedilmelerini imzaladığınız o kalem ile tüm 28 Şubat mağdurlarının eksik kalan, ümitle bekledikleri haklarını temin için gereken kararları da imzalamanızı istirham ediyoruz.

Aynı kalem ile...

Gürcan Onat, 20.05.2024, 14.00, Fatih.

  

Gerçek Tarihimizi Öğrenme Yolunda Kararlı küçük Adımlar - 1

 Münevver Ayaşlı’nın kaleme aldığı, “İşittiklerim gördüklerim bildiklerim” isimli kitabı okuyorum. 1906-1999 yılları arasında yaşamış bir ...