16 Ekim 2024 Çarşamba

CIA ve TEKLİFLERİ

Oyuncu Demet Tuncer CIA’den teklif aldığını açıkladı. Detaylar, aşağıda linkini verdiğim haberde mevcuttur.

Bu haberi okuyunca kafamda bir şimşek çaktı; birden, A.B.D. İstanbul Başkonsolosluğundan bana gelen bir görüşme teklifini hatırladım.

Yoksa ben de mi bir teklif ile karşı karşıya gelecektim?

Yıl: 2017

Elektronik postama bir ileti gelmiş, o sırada Ankara’da mülakatlarda görevli olduğum için biraz geç fark etmiştim. İletiyi silmemişim, hala duruyormuş, olduğu gibi aşağıya alıntılıyorum:

"Sayın Onat,

Sizi bir randevu talebi için rahatsız ediyorum. Ben A.B.D. İstanbul Başkonsolosluğu Politika ve Ekonomi Bölümü’nde görevli bir diplomatım. Eğer uygun görürseniz, hem ASDER olarak çalışmalarınız hakkında bilgi almak, hem de bölgedeki son gelişmeler üzerine değerlendirmelerinizi almak için sizden bir randevu rica ediyorum. Müsait olacağınız bir gün ve saat için bir randevu verebilirseniz çok sevinirim.

Saygılarımla,

Nathan Miller

Political Section

Consulate General of the United States of America

İstınye Mahallesi

Üç Şehitler Sokak No:2

Sarıyer 34460, İstanbul"

Doğrusu, okuyunca çok şaşırmıştım. Bir mana da verememiştim. Bu görüşme isteği neden icap etmişti ve neden ben seçilmiştim?

O zamanlar üzerinde pek fazla durmamıştım. ASDER Yönetim Kurulundaydım. MAZLUMDER'de uzun süre genel koordinatör olarak çalışmıştım. TkMM toplantılarına katılıyordum. Yani, oldukça yoğun STK faaliyetleri içerisindeydim; her inanç ve düşüncede kişi ve gruplarla bir araya gelebiliyor ve TV programlarına da çıkıyordum. Faal bir insan hakları aktivisti olarak, benim seçilmiş olmamın kabul edilebilir bir izahı ve mantığı vardı.

Randevu talebine cevap vermeden önce ASDER Yönetim kurulunda istişare ettik. Mahiyet itibarıyla, ASDER olarak çalışmalarımız hakkında bilgi almak istedikleri için, kararı kendim tek başıma vermeyerek, teklifi yönetim kuruluna, detaylı bir şekilde müzakereye götürdüm.

Değerlendirmelerimizin neticesinde, geç de olsa şu şekilde bir cevap yazdım:

"Sayın Miller, 

Öncelikle ifade etmem gerekir ki e-mailinizi çok geç gördüm. Uzun süredir iş nedeniyle Ankara'da bulunuyordum. Bayram tatili nedeniyle İstanbul'a geldim. Tatili müteakip tekrar Ankara'ya döneceğim. 04 Ağustosa kadar Ankara'da olacağım. 

Sizinle görüşmek bana da keyif verecektir. Büyük bir memnuniyetle kabul ederim.

Ancak ya döndükten sonra gerçekleştirebiliriz, ya da eğer mutlaka benimle görüşmek gerekmiyor ise ASDER'den benden daha ehil arkadaşlarımın ismini verebilirim onlarla görüşebilirsiniz, nasıl takdir ederseniz.

Ankara'da Sıhhiye Subay Orduevinde kalıyorum.

Saygılarımla, Gürcan ONAT."

Cevabıma dönüş şu şekilde oldu:

"Automatic reply: Görüşme Talebi (Otomatik cevap: Görüşme Talebi):

Thanks for your email. I will be out of the office until 03 July 2017. I will respond to your message upon my return."

Tercümesi: ( E-postanız için teşekkürler. 03 Temmuz 2017'ye kadar ofiste olmayacağım. Döndüğümde mesajınıza cevap vereceğim.)

Tabii sonra bir daha yazışma olmadı. Böylece bir hikâye başlamadan bitmiş oldu.

Oyuncu Demet Tuncer’e teklif doğrudan, oldukça açık ve net bir şekilde gelmiş; Amerika'da üniversitede siyasal bilgiler okurken, uluslararası güvenlik derslerine giren ve CIA’de analist olarak çalışan Profesör: “Demet, ajans için çalışmak ister misin?" demiş. Hatta kendisi önce teklifi yanlış algılıyor; modellik ajansı olarak düşünüyor, şaşkınlıkla 'Benim ajansla ne işim olabilir ki? Ne boyum uzun, ne yapım mankenlere uygun' diyor. Hocası izah ediyor;  Merkez İstihbarat Ajansı'nın CIA olduğunu anlatıyor. Kendi ifadesi ile önce çok heyecanlanıyor, ancak düşününce anlamlandıramıyor; ertesi gün hocasını tekrar buluyor ve merakla soruyor:

-"Prof. Dr. Lupsha, peki bana ne yaptırırlar, neden beni istesinler? Verdiği cevap, 20 yaşındaki aklıma daha da karmaşık ve anlamsız geldi: 'Seni ülkende üst düzey bir bürokrat ya da diplomat yaparlar ve zamanı geldiğinde senden sadece tek bir şey isterler.' Tam saçmaladı bu adam, beni kendi ülkemde başka bir devlet nasıl üst bürokrat veya diplomat yapabilir ki, buna nasıl gücü yetebilir ki dedim kendi kendime. Ama takıldığım o konu değildi, bunca yatırım yapıp, senelerce bekletip benden tek bir şey isteyecek olmaları düşüncesi midemi bulandırmaya yetti ve cevabım düşünmeden netti. O yaşta böyle bir cümle kurduğuma hâlâ inanamıyorum; sanırım bu sözler annemle babamın değerlerinden döküldü ağzımdan: Üzgünüm, ben ne ailemi ne de ülkemi satarım."

Bu yazılanları okuyunca on yıl öncesine gidip, hafızamı ciddi olarak zorlamaya ve yaşadıklarımı hatırlamaya çalıştım; her ne kadar o zamanlar sıcağı sıcağına üzerinde durmamış ve pek önem vermemiş olsam da, sanırım olay hiç de basit değilmiş. Zira önemli mevkideki bir dostum şunları söylemişti: "A.B.D. Konsolosluğundaki görevliler, hatta çaycısına kadar herkes özel eğitim almış istihbarat elemanıdır."

Oyuncu Demet Tuncer'e geldiği gibi bana da bir teklif gelecek miydi gelmeyecek miydi, bilemem; komplo teorileri geliştirmeye gerek yoktur. Lakin en azından benim gibi faal bir insan hakları aktivistinin ağzından istihbarat girdisi olarak değerlendirilebilecek bilgiler, veriler toplamak isteyecekleri hiç şüphesizdir.

Demet Tuncer röportajında kendisine böyle bir teklifin yapılma gerekçesi olarak şu tahminini dile getirmiş: "İstihbaratın insan unsuruna olan merakımı fark etmiş olmalı ki, benimle çalışmaya devam etti. İnsanları okumak, psikolojik kalıplarını analiz etmek ve beden dillerini neden, nasıl, hangi amaçla kullandıklarını anlamak, beni her zaman çok heyecanlandıran bir alandı ve bu konuda oldukça başarılıydım."

Demet Tuncer belli ki helal süt emmiş; "ben ne ailemi ne de ülkemi satarım" diyerek, teklifi geri çevirmiş. Ben de elbette Harp Okulunda istihbarat ve İKK dersleri almış bir emekli subay olarak istedikleri bilgileri vermeyecek ve bilakis mümkün olabildiği kadar bilgiler toplamaya çalışacaktım.

Şimdi önemli soru şu ki; Demet Tuncer kabul etmedi, benimle mülakat başlamadan bitti, fakat hepsi bu mu? Yani başka oyunculara veya gazetecilere veya bürokratlara veya politikacılara veya insan hakları aktivistlerine bu tür teklifler yapılmamış mıdır?

Elbette yapılmıştır!

Onlar kabul etmiş midir?

İşte burası meçhul!

Hepimizin düşünmesi gereken ve beni bu yazıyı yazmaya sevk eden asıl saik işte budur!

Bir an dahi gaflete düşmememiz gereken bir zamanda yaşıyoruz. İsrail'in bu kadar azgınlaştığı, pervasız arzı mev'ud çılgınlığı ile katliamlar yaptığı, sınırlarını doludizgin genişletmeye çalıştığı ve A.B.D. başta olmak üzere Avrupa Ülkelerinin koşulsuz tam destek vermeleri hengâmında bir an dahi gaflete düşmek çok büyük vebal olur. Milli Savunma Sanayimizin her geçen gün büyüme, yerli ve millileşme, özellikle dış bağımlılıktan kurtulma çaba ve gayretleri elbette, satılmış ajanlar elleriyle veya sözleriyle yalan ve iftira ve çarpıtmalar yapmak suretiyle her türlü suikasta maruz bırakılmaya çalışılacaktır.  

İçteki düşmanlarımızın, hainlerin ve ahmakların dıştaki düşmanlardan çok olduğu bir ülkede yaşadığımızı asla unutmamamız gerekiyor.

Allah her daim muinimiz, yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 16.10.2024. 14.00, Fatih

https://www.haberturk.com/cocuklar-duymasin-in-mary-si-demet-tuncer-yillar-sonra-acikladi-magazin-haberleri-3727900-magazin

  

3 Eylül 2024 Salı

KILIÇLAR KİME ÇEKİLDİ

Bunu da mı görecektik; bakalım daha neler göreceğiz?   

Harbiye’de mezuniyet töreninde eylem!

Cumhuriyet tarihinde bir ilk olsa gerek… Osmanlı’da çok örneğini görmüştük, yeniçeri kafasına esince kazan kaldırırdı, lakin cumhuriyet ordusunda ilk defa yaşıyoruz: Harbiye’de kılıçlar çekildi…

İster istemez şu soru akla geliyor; kılıçlar kime çekildi?

Mezuniyet töreninde, rütbelerini taktıkları meslek hayatlarının ilk gününde teğmenler bu eylem ile ne mesaj vermek istediler?

Mesaj önemli elbette ama ben öncelikle daha önemli bir konuyu dile getirmek istiyorum; disiplin!

Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli özelliği disiplinidir. Askerlik mesleğinin ilk ve en temel meselesi; bu, disiplinidir.

Disiplinsiz orduya ordu denilmez; olsa olsa çapulcu denilir! Dünyanın en disiplinli ordusu olan TSK’lerini kimse töhmet altında bırakacak eylemlerde bulunamaz!

Bir asker kanun, nizam, yönetmelik ve emirler dışına çıkamaz. Törenlerin ne şekilde yapılacağı; kim, nerede, nasıl davranacak, detaylı bir şekilde planlanır ve günlerce bunun provası yapılır. Bu plan ve program dışına asla çıkılamaz. Disiplinli olmak bunu gerektirir… Askerlikte mantık yoktur, sözü de basit bir söz değildir. Düşünün bir savaşa girmişsiniz, herkesin yapacağı detaylı bir şekilde belirlenmiş herkes uyguluyor, bir kişi çıkıp mantığını kullanarak farklı şeyler yapıyor; ne olur o plan, o savaşı kazanabilir misiniz? Yoksa bozgun mu yaşarsınız?

Biz de Harbiyeli olduk, o günleri biz de yaşadık. Hatta bizim zamanınızda, 80 öncesi ideolojiler Harp Okullarına kadar girmişti; kamplaşmaları acımasızca yaşadık, devre arkadaşlarımıza kötü gözlerle baktık, ama sonra pişman olduk… O dönemlerimizde de hiç birimiz farklı bir eylem sergileyelim diye düşünmedik. Adam gibi diploma törenimizi yaptık. Sonra kıtalarımıza dağıldık, vazifelerimizin başına geçtik.

Teğmen! Sen yeminini ettin… Sonra kılıcını çekip bir yerlere böyle mesaj veremezsin. Senin vazifen iç hizmet kanunu madde 35'de açık seçik ve net olarak tanımlanmış:

"Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır."

Yeminini yaptın, artık bundan sonra kıtana gideceksin ve görevini en güzel şekilde yapacaksın!

Eğer kanunların dışına çıkmak istiyorsan, üzerinden devletinin sana teslim ettiği, milletine ait o şerefli üniformanı çıkaracaksın sonra keyfine göre, ne istiyorsan yapacaksın. Senin inancın, fikrin, ideolojin, etnik kimliğin, mezhebin hiç kimseyi hiçbir şekilde ilgilendirmez; istediğin gibi siyasi, sosyal, ticari v.s. faaliyetini yürütürsün. Ülkede demokrasi var, özgürlük var.

Ama o üniformanın içinde iken sadece kanun, emir ve talimatlara uyacaksın. Asla dışına çıkamazsın!

Kara Harp Okulunda, dokuz yüzü aşkın Harbiyelinin mezun olduğu o mutlu günde, 300-350 kişinin yaptığı eylem hepsine şamil edilemez, elbette; ancak bu eylem basit bir disiplinsizlik gibi de değerlendirilemez. Hemen, hepsi açığa alınarak, ciddi olarak soruşturulmalıdır. Azmettirenler varsa ortaya çıkartılmalıdır. TSK içerisinde ve Milli Savunma Üniversitesinde hiçbir kamplaşmaya tahammül edilmemelidir.

Sadece teğmenler değil, sıralı komutanları da sorgulanmalıdır!

Darbeye ve işkenceye sıfır tolerans!

Bu teğmenler orduda toplu eylemin isyan anlamına geldiğini bilmiyorlar mı? Elbette, çok iyi biliyorlar. Peki, bunu bildikleri halde meslek hayatlarının daha ilk gününde böyle bir eylemi nasıl yapabildiler; bu neyin cesaretidir?

Durum şunu gösteriyor ki: Bu eylem kendiliğinden zuhur, basit bir eylem değildir; üzerinde önceden düşünülmüş, çalışılmış, planlı bir gösteri olduğu aşikârdır. Ayrıca, sadece teğmenlerden ibaret olmadığı, arkasında daha üst rütbelerde bir takım odak ve hatta belki de ucu önceki darbelerin artıklarına kadar gidebilecek bir yapılanmanın olduğu ihtimali de oldukça yüksektir.

28 Şubat sürecinde, TSK içerisinde kadrolaşmış darbecilerin disiplinsizliklerini milletçe görmüş, çok acı günler yaşamıştık. Neyse ki; o disiplinsizler yargılandılar cezalarını aldılar. Çevik Bir, Çetin Doğan ve avaneleri yıllarca cezaevlerinde yattılar, rütbeleri söküldü! Ama 15 Temmuz kalkışmasını da yaşadık; hainlerin nasıl TSK’ya sızdıklarını da gördük. Çok şükür milletin şamarı ile onları Pensilvanya’ya kadar fırlatıp attık. Dolayısı ile bu kadar acı tecrübeleri yaşamış millet olarak, elbette TSK içerisinde yeni bir kadrolaşmaya tahammülümüz olamaz! Aksi taktirde, bunun sonu bir gece yarısı internet bildirisine ve balans ayarlarına kadar gider! Hiçbir zaman unutmayalım ki  yapılan bütün darbeler Gazi Mustafa Kemal'in adı kullanılarak yapılmıştır!

Asker mesaj veremez! Asker icraat yapar! Askerin görev ve sorumluluğu bellidir; sınırları düşmandan korumak, işte o kadar!

Soruşturma mutlaka yapılmalı ve eğer farklı bir yapılanma tespit edilirse; bunun hesabını Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanı ve MSB Rektörü ile Dekan da vermelidir.

Başbakan Adnan Menderes’e darbe ihbarı geldiği zaman; inanmadı ve hiçbir tedbir almadı!

Sayın Cumhurbaşkanım, bu kılıçlar kime çekildi? Ne için, ne mesaj verilmeye çalışıldı?

Siz merak etmiyorsanız, biz millet olarak merak ediyoruz…

Adalet cesaret ister!

Allah devletimizi, milletimizi muhafaza etsin; yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 03. 09. 2024, Fatih.



 

12 Ağustos 2024 Pazartesi

ONU SİZE NASIL ANLATSAM

Evet, Adnan paşam da vuslata erdi.

Çok sevdiği Mevla’sına kavuştu.      

                              

Devre arkadaşı kendisinden sitayişle bahsediyor, diyor ki; “Israrla söyleyebilirim ki asker Tanrıverdi örnek bir asker, iyi bir arkadaş ve güvenilir bir dost olarak devremizde temayüz etmiştir. Bu üstün vasıfları dolayısıyla mümtazen terfi ederek bizlerin bir yıl önüne geçmiştir. Asker TANRIVERDİ devre arkadaşları ve diğer askerler arasında saygı görmüş, sevilmiş, sayılmış ve haklı olarak itibar görmüştür…”

Emekli olduktan sonrası için ise çok farklı şeyler yazmış: “1996 yılında emekli olmasını müteakip günümüze kadar kamuoyunda adından çok bahsedilen kişi bizim silah arkadaşı olarak güvenip sırtımızı dayadığımız arkadaşımız değildir. Bu yeni Adnan Tanrıverdi geçen 28 yıl içinde üniforma taşırken sahiplendiği ve sırtını dayadığı asker arkadaşları tarafından sevilmeyen, sayılmayan ve binlerce yıllık Türk Ordusunun geleneksel güçlü yapısını yıkan kişi olarak görülmüş ve toplumumuzdan dışlanmıştır.”

Devre arkadaşı Adnan paşamızı çok güzel tasvir etmiş, öncesi ve sonrası ile...

Emekli olduktan sonrası bizim çok iyi bildiğimiz Adnan paşamız.

Muvazzaf halini ise, biz pek bilmiyoruz; ben şahsen hiç bilmiyorum, zira havacıydım. Ancak kendisinden ve yakın silah arkadaşlarından dinlediğimiz şu ki; çok başarılı, üstleri tarafından sevilen ve sayılan, plan tatbikatlarının gözde kurmayı, istikbali çok parlak geleceğin Kuvvet Komutanı ve hatta belki de Genelkurmay Başkanı olarak düşünülen General.

Tayin edilmiş olduğu görev yerleri bir subayın geleceğini az çok belli eder. Adnan Tanrıverdi'nin 1980 yılında Silahlı Kuvvetler Akademisini bitirdikten sonra görev yerlerine bakarsak, istikbalinin parlaklığı ortaya çıkar...

·         1978 – 1980 yıllarında 2’nci Piyade Tümen Komutanlığında İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Kurmay Başkan Vekilliği;

·         1980 – 1984 yıllarında Kara Harp Akademisi Öğretim Üyeliği;

·         1984 – 1986 Genelkurmay Özel Harp Daire Başkanlığı Lojistik ve Harekât Şube Müdürlükleri, Kurmay Başkan Vekilliği;

·         30 Ağustos 1980 tarihinde mümtazen terfi ettirilerek Binbaşılığa, 30 Ağustos 1984 tarihinde  Yarbaylığa, 30 Ağustos 1987 tarihinde Albaylığa yükseltildi.

·         Akademi öncesi Özel Tekâmül Kursları, Fransızca Temel Kursu ve Gayri Nizami Harp Kursu;

·         1986 – 1988 yıllarında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Sivil Savunma Teşkilat Başkanlığı;

·         1988 – 1990 yıllarında Hâkim olarak Askeri Yüksek İdare Mahkemesi 1’inci ve 2’nci Dairelerinde Subay Üyelik ve 1’inci Daire Başkan Vekilliği;

·         1990 yılında 8’inci Kolordu Topçu Alay Komutanlığı;

Atanmalarından belli ki, seçilmiş bir kurmay subaydı...

Peki, ne oldu da bu kadar başarılı bir general birden, devre arkadaşları ve TSK nezdinde sevilmeyen, sayılmayan oluverdi?

28 Şubat!

Evet, 28 Şubat süreci hak ile batılın, elmas ile kömürün ayrıştığı ağır bir imtihan süreciydi...

2’nci Zırhlı Tugay Komutanı iken yukarıdan bir telefon alıyor; kendisine, Tugayında irticacı oldukları tespit edilen subay astsubayların isimleri veriliyor, bunların dosyalarını tanzim edip, YAŞ için göndermesi isteniyor.

Bu telefon en önemli kırılma oluyor Adnan paşamız için.

Kendisinden dinledim; hayatının en zor kararlarından birini vermiş. Bütün gece düşünmüş, ölçmüş biçmiş, mahiyetindeki bu subay ve astsubaylar çalışkan, disiplinli, görevlerini en güzel şekilde yapan sevdiği askerlermiş. Tek kusurları(!) namaz kılmaları ve eşlerinin başlarının örtülü olmasıymış.

Ama 28 Şubat zaten bu değil miydi? Orduyu bu yerli ve milli vatan evlatlarından temizleyip, ABD emrine tertemiz(!) teslim etmek…

Adnan paşamız o gece azimet ile hareket etmeyi tercih ediyor. Dosyaları göndermiyor, arayanlara da: “Bunlar benim en başarılı personelim, hiçbir disiplinsizlikleri yok, disiplinsiz diye rapor düzenleyip gönderemem!” cevabını veriyor.

Hâlbuki gönderse de olabilirdi, zira o personel bir sene sonra Adnan paşamızın yerine gönderilen yeni Tugay Komutanı eliyle yine kapı önüne konacaklardı, nasılsa. Nitekim öyle de oldu. Sadece bir sene daha görevde kalmış oldular. Oysa kendisi görevde kalır, terfi eder, daha önemli mevkilere gelebilirdi. Daha önemli vazifeler icra edebilirdi. Ruhsat vardı; Ammar bin Yasir gibi davranabilirdi. Lakin, Adnan paşamız ilk şehitlerimiz; Sümeyye ve Yasir gibi davrandı, azimet ile hareket etti. Onlar İslam'ın ilk şehitleri oldular, Adnan paşamız da üniformasını feda etmiş oldu.

Evet, devre arkadaşlarının ve TSK’lerinin kıymetlisi artık kulvar değiştiriyordu. Bundan sonra askerlik hayatında hızla iniş başladı. Önce, Tugay Komutanlığından, Sağlık Daire Başkanlığına alındı. Tuğgenerallik süresinin bitmesine bir yıl kalmıştı. Nitekim o bir yılın sonunda da terfi ettirilmeyerek, kadrosuzluktan emekliye sevk edildi. Yıl: 1996

Artık, Adnan paşamız zihninde hiçbir "acabası" olmadan, kalbi mutmain, huzurlu bir şekilde evinde oturuyor; eşi muhterem Füsun hanımla yeni hayatlarında, geleceklerini şekillendirmeye çalışıyorlardı.

Henüz farkında değillerdi, lakin kader onlara çok önemli bir görev biçmişti; isteseler de istemeseler de yeni gömleklerini giyeceklerdi.

28 Şubat mağdurları kendisini evinde ziyaret ediyor: “Komutanım ne yapacağız?” diye, soruyorlardı.

Bir, üç, beş ziyaretler, baskılar… Bu işin kaçacak tarafı yoktu. Anlaşılan o ki; yepyeni çalışmalar, faaliyetler, mücadeleler ufukta parıldamaya başlamıştı…

Adnan paşamız ve Füsun hanım, evlerinde istirahat edemeden,  yeni yollarında yürümeye başladılar…

O sıralar, 28 Şubat hız kesmeden devam ediyor; her YAŞ toplantılarından sonra gazeteler boy boy irticadan(!) atılan subay astsubayların sayılarını veriyordu.

Karacılar, Denizciler, Havacılar, Askeri hâkimler, Askeri tabipler yoğun baskı altında, ikilem arasındaydılar; ya eşleri başlarını açacak, ya atılacaklardı.

“Kaderin üstünde bir kader vardı; göklerden gelen bir karar varmış”

Sanki ilahi bir sevkiyat ile binlerce vatan evladı çok sevdikleri üniformalarından kopartıldı; kapı önlerine konuldu… Tüm Kuvvetlerden re'sen emekli edilen, imanlarından taviz vermeyen dindar askerler sudan çıkmış balık gibi şaşkın bir halde ortalıkta dolaşır oldular. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı…

Belki hiçbirisi farkında değildi ama sanki bir yerlere gayriiradi sürüklenmeye başlamışlardı.

Vesilelerle birbirlerini bulmaya, kaynaşmaya başladılar; işte bu kaynaşmalar neticesinde Adnan paşamızın riyasetinde yeni bir oluşuma doğru kanat açtılar…

ASDER doğdu.

ASDER, kısa zaman içerisinde tüm mazlumların ufkunda yeni doğan güneş gibi yükselmeye başladı.

ASDER’e Genel Başkan seçilen Adnan paşamız, insan hakları, hukuk ve adalet aktivistliği misyonunu üstlendi. Tüm mazlumlar adına, kutsal bir dava bekliyordu artık onu…

28 Şubatın o meş’um günlerinde tüm mazlumlar için bayrağı eline alarak, en üst seviyeden mücadelesine başladı.

28 Şubat post modern darbesinin başı olan Genelkurmay Başkanına, 03 Ocak 1997 tarihinde,  "BU KIYIMI DURDURUN" başlığı ile el yazısıyla detaylı bir mektup yazdı, altına imzasını atıp gönderdi.  Bilgi için de zamanın Başbakanı, MSB'nı ve Yüksek Askerî Şuranın 6 Karacı Orgeneral üyesine posta ile ayrıca gönderdi. Daha sonra da bir vesile ile zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e  ulaştırıldı. ASDER tarafından hazırlanıp bastırılan "Ben Disiplinsiz Değilim" Kitabında da aynen yer almıştır.

İş adamı Emin Üstün ile tanışmaları, birlikte yürümeleriyle; 28 Şubatın zalimlerine karşı halkı bilinçlendirme ve 28 Şubatın gerçek yüzünü anlatma çalışmaları başladı.

1997 – 1998 yılları arasında fahri olarak üstlendiği Üsküdar FM Radyosunun Genel Koordinatörlük göreviyle, darbecilere karşı yayınlara başladı. Bu dönemde, Emin Üstün ile STK’ları, kanaat önderlerini ziyaret ederek, cesaret aşılamaya çalıştılar.

ASDER bir dağ gibi darbecilere karşı dimdik ayakta idi. Adnan paşam, alanda mücadele yürüten birçok dernekle birlikte, demokrasi düşmanlarına karşı, TEHÖP-Temel Hak ve Özgürlükler Platformunun oluşturulmasında önemli rol üstlendi; darbecilere açıkça meydan okunmaya başlanmıştı.  Birçok panel ile birlikte, “Milli İradeye Saygı Paneli” de o yıllarda yapıldı. Başörtüsü mağduru kızlara eylem yaptıkları okullarının önlerinde ziyaretler yapılarak, gül dağıtıldı, moral ve cesaret aşılandı.

Darbecilere karşı bu mücadeleler yürütülürken, yurt dışından gelen röportaj tekliflerine hiç sıcak bakmadı; kaç tane televizyon kanalı geldi ise hepsini geri çevirdi. Vatan sevgisi çok yüksekti; "kol kırılır yen içinde kalır" hassasiyetiyle, ülkesini hiçbir zaman Avrupa ajanslarına şikâyet etmedi.

ASDER o yıllarda “Ben Disiplinsiz Değilim” kitabını yayınlamıştı. Genelkurmay Başkanlığı bir asteğmen göndererek bu kitabı satın aldırdı.

ASDER artık güçlüydü, atılan subay astsubaylar, ASDER bünyesinde bir araya geliyor, hukuk mücadelesi yapıyordu. Post modern darbeciler fiili darbe söylentilerini fısıltı halinde yayınca ASDER, darbecilere karşı milli iradenin hâkimiyetini sağlayacak sivil toplum çalışmalarının çerçevesini şekillendirme çalışmaları yürüttü.  Adeta, “sıkıysa kışlanızdan çıkın biz de sokaklara çıkacağız” mesajını iletmişti. 28 Şubatın kâğıttan kaplanları kışlalarından çıkamadılar. Onlar sadece korku salmayı becerebiliyorlardı. Aslında ne kadar yüreksiz ve korkak olduklarını biz çok iyi biliyorduk. İyi tanıdıkları Adnan Tanrıverdi ASDER’in başında aslan yüreği ile adeta onları bekliyordu.

27 Nisan 2007 tarihinde Genelkurmay sitesinde yayınlanan muhtıra niteliğindeki bildiriye, Adnan paşamız en güzel şekilde cevap vermiştir. Gece yarısı Genelkurmay Web sitesinde konmasından 5 saat sonra karşı bildiri ASDER tarafından e-posta ile Başbakan, Bakanlar Kurulu ve milletvekilleri ile basına gönderilmiştir. 29 Nisan’da gazetelerde yayınlanmıştır.  

Adnan paşa ve ASDER oldukça artık fiili darbe imkânsız hale gelmişti. Darbeciler, sadece, kalleşçe YAŞ kararları ile TSK’da temizlik (!) yapabiliyorlardı.

AKPARTİ iktidarından sonra artık o iş de yürümez oldu.

Adnan paşa sürekli sivil toplum örgütlerinde konferanslar veriyordu; konuşmaları ve yazıları ile üzerine düşeni yapmaya çalışıyordu.

Kendi adına kurmuş olduğu WEB sitesinde amacını şu şekilde açıklamıştı: "Makam, mevki ve servet beklentilerini geride bırakmış bir kişi olarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin çeşitli kademelerindeki hizmetlerin kazandırdığı birikim ile güncel olaylara bakış açımı Milletimizle paylaşmayı  görev  kabul ediyorum."

Nitekim referandumdan sonra Adnan paşamızın en önemli görevi başlayacaktı; darbelerin ve darbecilerin tarihin çöplüğüne bir daha çıkmamacasına gömülmeleri.

Her zaman dile getirdiği iç hizmet kanunun 35. maddesinin değiştirilmesi; devre arkadaşının " Binlerce yıllık Türk Ordusunun geleneksel güçlü yapısını yıkan kişi olarak görülmüş ve toplumumuzdan dışlanmıştır”, dediği inkılaptı. Böylece, darbecilerin elinden yasal dayanak alınmıştı. TSK'nin Türkiye Cumhuriyetini kollama ve koruma görevini tanımlayan 35. maddedeki muğlak ifadeler açılarak, görev net ve anlaşılır şekilde tarif edildi. Böylece ordunun düşmanı içeride değil dışarıda araması sağlandı.

Madde 35 – (Değişik: 13/7/2013-6496/18 md.) Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.

Eski kanun metni şöyleydi:" Madde 35 – Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır."

Bu değişiklik darbecilerin hiç hoşuna gitmedi; ellerindeki en güçlü sopa alınmıştı, artık darbe yapmaları yasal olarak imkânsızdı; kalkıştıkları an, gayrimeşru hale düşeceklerdi. Tıpkı FETÖ kalkışmasında olduğu gibi.

İşte bunun için dışlanmıştı, Adnan paşamız. Gerçi sadece bu değil, yeni inkılaplar gelecekti...

Adnan paşamız her zaman mazlumun, hakkın ve hukukun yanında yer aldı. Hiçbir zaman zalimlere meyletmedi. Zerre kadar adaletten şaşmadı. Mazlumlar arasında ayırım da asla yapmadı. Tüm darbe mağdurları için mücadele yürüttü; 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat hepsi onun gündemindeydi. Hakkın hatırının üstünlüğünü hiçbir hatıra değişmedi.

15 Temmuz kalkışmasından sonra 15 Ağustos 2016 tarihinde Cumhurbaşkanımız tarafından Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ve 08 Ekim 2018 tarihinde de Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politika Kurul Üyeliğine getirilmiştir. Bu görevlerinden 09 Ocak 2020 tarihinde istifa ederek ayrılmasına kadar yine devrim niteliğinde kararların alınmasında etkili olmuştur.

MGK ve YAŞ kurullarının yeniden yapılanması, Genelkurmay Başkanlığının MSB’lığına bağlanması, Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde iç tehdit tanımının değiştirilmesi, terörle mücadele usulünde konsept değişikliği, çağı yakalamamıza neden olmuştur. Terörü bitiren en önemli değişiklik de bu olmuştu; artık sınırlarımızın içinde değil, sınırlarımızın dışında mücadele ediyorduk. Teröristleri inlerinde vurmaya başlamıştık. Elbette darbeciler, FETÖ, ABD ve İsrail Adnan paşadan nefret edeceklerdi. Vatan hainlerinin, Millet düşmanlarının Adnan paşamızı sevmesi mümkün değildir.

ASSAM, bir stratejik araştırma merkezi olarak Adnan paşamızın önderliğinde kuruldu.

ASSAM'ın amacı sitesinde şu şekilde açıklandı: "Müslüman Milletlerin refahı, kurdukları devletlerin bekası, Dünyada barışın tesisi ve adaletin hâkimiyetinin, İslam Ülkelerinin bir süper güç olarak Dünya siyaset sahnesine çıkması ile mümkün olabileceği düşüncesinden hareketle; Müslüman Devletlerin; her biri için milli güç unsurları ile ilgili veri tabanının oluşturulmasını, Münferit ve müşterek iç ve dış tehdit değerlendirmelerinin yapılmasını, İç ve dış güvenlik plan esaslarının tespit edilmesini ve ortak bir irade altında toplanması için ihtiyaç duyulan müesseseler ve bu müesseselerin teşkilatlanma esas ve prensiplerinin oluşup gelişmesini sağlayacak fikri çalışmaları yapmaktır."

ASRİKA onun hayaliydi. Yine kendisinin üstün gayretleri ile 7 yılda tamamlanan İslam Birliği Kongreleri yapıldı. Gayesi, İslam Birliğinin alt yapısını, mevzuatını oluşturmaktı. Hayata gözlerini kapatmadan mevzuat çalışmasının tamamlandığını gördü, çok şükür.

AB'nin alternatifi olmak üzere ASRİKA İslam Birliği model anayasasının hazırlanmasına öncülük etti. Bu model anayasa, AB benzeri bir yapının model anayasası idi. Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasasının alternatifi değildi. Bu çalışma, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve vatanının bölünmez bütünlüğünü garanti altına almayı hedefleyen ve bir adım daha ileri, küresel bir birliğe liderlik etmesini sağlayacak bir model öneriyordu.

SADAT ile Türkiye Savunma Sanayi literatürüne, savunma ve havacılık sanayi hizmet sektörü kavramını Adnan paşamı soktu. Silahlı Kuvvetlerin iki temel unsurundan sadece harp araç gereçlerine odaklanan Türk Savunma Sanayine önemli bir ufuk açtı; silahlı kuvvetlerin diğer önemli unsuru olan orduyu reorganize, modernize edecek çalışmalar yürüten SADAT Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketinin kurulmasına öncülük etti.

İlginçtir, ilk tepki pentagondan geldi. Bundan sonra,  FETÖ, ABD, İsrail ve darbeciler yerli uşakları vasıtasıyla bütün güçleriyle Adnan paşamıza savaş açtılar.

ASSAM'ın İslam Birliği Kongrelerine saldırdılar. SADAT'a saldırdılar. Söylediği her sözü çarpıtarak, yalanlar ile saldırdılar. En güzel örneği de; Mehdi konusudur. "İslam Birliği için ortamı hazırlayalım" sözü, Mehdinin gelişi için ortamı hazırlayalım şeklinde çarpıtıldı. Adnan paşamı, Mehdi bekleyen paşa diyerek alay konusu ettiler. Her zamanki alçaklıkları ile itibarını zedelemeye çalıştılar.

Bu konularda kendisi ile çok dertleştik; ben tahammül edemezken kendisi o kadar sakin ve huzur içerisindeydi ki, anlatamam. "Gürcan Bey onlar vazifelerini yapıyorlar, biz işimize bakalım" derdi.

Ümmetin derdiyle dertlenirdi; Filistin'in ordusu olmalı diyen, ilk o oldu. Kendi Web sitesinde,  "Filistin'in de Ordusu Olmalı" başlıklı makalesini 24 Ocak 2009 tarihinde yayınladı. Katıldığı birçok STK toplantılarında, TGTV ve İDSB bünyesinde bu fikrini açıkladı.

Ufku çok geniş ve ileriydi, onun görebildiklerini, anlatmaya çalıştıklarını ne yazık ki çok az kimse anlayabildi.

İçeride, ülke sorunları ile ve dışarıda ümmetin sıkıntıları ile sürekli ilgilendi; çözüm yolları bulmaya çalıştı. Yeni anayasa çalışması için olması gerekenler hakkında makale yazarak sitesinde yayınladı. "Anayasa, devlet hizmetlerinin merkezine, insana hizmeti koymalıdır. İnsanı yaşatıp koruyup geliştirmeyi esas almalı, tecavüzlerin cezalandırılması için yasal düzenlemeler yapılmalıdır." diyerek anayasanın ruhunun ve temel esasın ne olması gerektiğini yazdı.

"Kürt Meselesi ve Bölücü Teröre Karşı Çözüm Önerileri" başlıklı makalesini 24 Aralık 2008 tarihinde Web sitesinde yayınladı. Çözüm sürecinde, kendisinin riyasetinde ASDER – ASSAM dörder kişiden oluşan üç ayrı ekip kurarak, güney doğuya giderek yerinde gözlemler ile detaylı rapor hazırlayıp, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, tüm Bakanlıklar ve tüm Milletvekillerine göndermiştir. Alanında tek inceleme ve raporlama çalışmasıdır.

Suriye savaşından sonra,  Suriye'nin durumunu inceleyen kapsamlı raporlar tanzim edilmiştir.

Tüm makaleleri, 2017 yılında TİMAŞ tarafından kitaplaştırılarak “28 Şubattan 15 Temmuza” kapak ismiyle yayınlanmıştır.

Adnan paşamızın vefatı ile ü

lkemiz çok büyük bir değerini yitirmiştir.

Böylesi bir daha gelir mi bilemem? Gönlü millet ve memleket aşkı ile doluydu.

Kâmil iman sahibi, muttaki, her yaptığını sadece Allah rızası için yapan, hak ve hukuktan asla sapmayan, adaletten taviz vermeyen, insan hakları konularında duyarlı, mazlum ve mağdurlarda ayırım yapmayan, yardımsever, salih, cömert bir insandı.

Umudunu asla yitirmedi, bıkkınlık, yılgınlık tanımıyordu. Çalışmaktan hiç yorulmadı.

Fikir ve inançlarını her ortamda dosdoğru açıklayabilen yüksek medeni cesaret sahibi, kibar, naif, ince düşünceli, müşfik, sevecen bir kişiliğe sahipti. Beşeri münasebetlerinde hassastı.

Tehdit, baskı ve zulüm karşısında hiçbir zaman boyun eğmedi. Asla, özgür ruhuna pranga vurulamadı.  

İlim ve irfan sahibiydi; muhakeme kabiliyeti ve sorunlara çözüm bulma becerisi çok yüksekti. İleri görüşlüydü. Ufku çok genişti.

Onu size nasıl anlatsam?

Eğer sahabeler zamanında yaşasaydı O, Halit bin Velid'di;

Eğer Emeviler zamanında yaşasaydı O, Ömer bin Abdülaziz'di;

Eğer Selçuklu zamanında yaşasaydı O, Alparslan'dı;

Eğer Osmanlı zamanında yaşasaydı O, Yavuz Sultan Selim'di,

Ancak çağımızda yaşadı ve biz onu Adnan paşamız olarak tanıdık ve sevdik. Öyle sevdik ki; o nurlu, mütebessim siması hafızamızda sürekli duracak, muhabbeti kalbimizde hep yaşayacak ve davası davamız olarak, biz nefes aldıkça devam edecektir.

Cennette makamı yüce olsun.  Rabbim bizi orada da bir araya getirsin. (âmin)

Gürcan Onat, 12. 08. 2024, Fatih.

NOT: Adnan paşamızın yazılarına kendi Web sitesinden ulaşabilirsiniz.   https://www.adnantanriverdi.com/

  

20 Mayıs 2024 Pazartesi

AYNI KALEM İLE

Kadına tecavüz eden adam yakalanmış, yargılanmış ve 20 yıl ceza almış. Lakin af gelmiş ve tecavüzcü 20 ay yatmadan çıkmış.

Tecavüze uğrayan kadın bulmuş bir tabanca, tecavüzcüyü sokak ortasında vurmuş.

Tutmuşlar kadını, hâkim karşısına çıkarmışlar.

Hâkim sormuş: - "Adamı niye öldürdün?"

Cevap: - "Bana tecavüz etti, hâkim bey".

- "Devlet cezasını vermedi mi?"

- "Verdi hâkim bey, yirmi yıl... Fakat yirmi ay yatmadan çıktı."

- "Ama devlet affetti, bunda ne var?"

Kadın dayanamayıp bağırır: - "Hâkim bey hâkim bey! Bu şerefsiz devlete değil bana tecavüz etti. Bana danışmadan kim onu affedebilirmiş?"

Evet, Sayın Cumhurbaşkanımız 28 Şubat post modern darbecilerini affetti!

Cumhurbaşkanımızın imzaladığı 8471 sayılı karar ile; TC İcra Vekilleri Heyetini cebren ıskat veya vazife görmekten cebren men etmek suçundan, Ankara 5'inci Ağır Ceza Mahkemesinin 13/04/2018 tarihinde müebbet hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilen Arif ve Müzeyyen'den olma 15/5/1940 doğumlu Çetin Doğan'ın, kocama hali kapsamında bulunduğunu belirten Adli Tıp Kurumu 3'üncü Adli Tıp İhtisas Kurulunun 5/4/2023 tarihli raporu sebebiyle, TC Anayasasının 104'üncü maddesinin 16. fıkrası gereğince cezası kaldırılmıştır.

Aynı şekilde, aynı suçu işleyen ve aynı cezaya çarptırılan Hamit ve Zehra'dan olma 14/5/1939 doğumlu Çevik Bir'in de, kocama hali kapsamında bulunduğundan, Cumhurbaşkanımızın 8463 sayılı kararı ile cezası kaldırılmıştır.

Aynı şekilde, müebbet hapse mahkûm edilen diğer 28 Şubat post modern darbecileri de cezası kaldırılanlar arasına dâhil edilerek, cezaevinden çıkarılmışlardır.

Ne demeliyim, hayırlı olsun mu?

Yoksa o kadının mantığından hareketle, şimdi ben de: "Ben neden Binbaşı rütbesinde emekli olmak zorunda kaldım, neden benim rütbem şimdi Albay yapılmadı", diyerek isyan mı etmeliyim?

Peki, 28 Şubatın o şiddetli kaos yıllarında mağdur edilmiş binlerce subay, astsubay, öğretmen, memur, öğrenci ve hatta vatandaşlar ne demeli? Kocası ordudan atıldığı için GATA'dan atılarak vefat eden kanser hastası hanımefendi ne demeli? Başı kapalı olduğu için hastaneye alınmayıp vefat eden kadın ne demeli? Ordudan atılmayı içine sindiremeyip intihar eden subay ne demeli?

Unutulmamalı ki; "zalime merhamet mazluma ihanettir!"

Mülkün devamı ancak, adalet ile sağlanır!

28 Şubat'ın darbeci zalimlerini affederken adaleti ne kadar sağlayabildik?

Bugüne kadar, 28 Şubat mağdurlarının yaralarını ne kadar tedavi edebildik?

KOCAMIŞ! Zalim Sırtlanları affedebiliyorsak; masum ve mazlum yaralı kuzuların yaralarını da gereği gibi sarmamız gerekmiyor mu?

Hatırlarsak, 28 Şubat darbe yıllarında zulüm o derece şiddetlenmişti ki artık arşa varmıştı; neticede gayretullaha dokunarak; tüm insani vicdanları harekete geçirip, musibeti def ettirmişti.

O yıllarda, vicdan sahibi tüm vatandaşlarımız, inanç ve düşüncesi ne olursa olsun, "yetmez ama evet" diyerek, darbecilerin karşısında dimdik durarak ülkesine sahip çıkmıştı. O mitingleri, o eylemleri hala çok iyi hatırlıyorum: Sağcı solcu, dinli dinsiz, kadın erkek hep birlikte sokaklardaydık. Tıpkı 15 Temmuz FETÖ kalkışmasına milletçe dur dediğimiz gibi; o günlerde de 28 Şubat Post modern darbecilerine dur demiştik, halkımızla...

Bu millet darbeciyi sevmez, haini sevmez, vatanını satanı sevmez...

Fikir, inanç ve düşüncelerimiz ne olursa olsun hep birlikte toplumsal barış ile huzur içinde yaşayabiliriz; ama darbeciyle, zalim ve hainle asla...

Zalimin zulmünü engellemek önemli bir vazifemiz olmakla beraber; mazlumun mağduriyetini gidermek de aynı derecede görevimizdir.

28 Şubat darbecilerini affederken; onların işledikleri tahribat ve zulümatın da giderilmiş olması gerekmez mi?

28 Şubat mağdurlarının yaraları bu kadar yıl geçmesine rağmen, hala kanamaya devam ediyor. Hesabımız ahrete bırakılmamalı; orada zaten boynuzsuz koçun hakkı boynuzlu koçtan alınacak, bunda hiçbir şüphemiz yoktur. Ama oy verip iktidara getirdiklerimizden de dünyada yaşarken haklarımızın temin edilmesini beklemek en doğal hakkımızdır. Ahirette sorgusuz sualsiz hüküm Allah'ındır. Lakin dünyada, Rabbül âlemin halife tayin ettiği insan vasıtası ile adaletin temin edilmesini irade buyurmuştur. Bu görev hepimizdedir. Biz de oylarımız ile bu görev ve sorumluluğu yerine getirmesini seçtiğimiz insanlara tevdi etmişiz. İmtihan dünyası... Seçtiğimiz insanlar bu görevlerini yerine getirmezler ise nedenini bilmek hakkımızdır!

Benim gibi, 28 Şubatta emekliliğe zorlanan subay astsubaylar henüz hiçbir hak alamamıştır! Üçlü kararname ile re'sen emekli edilenler hala hiçbir hak alamamıştır! Askeri öğrenci iken atılanlar hiçbir hak alamamıştır! 12 Eylül'de TSK'den atılanlar haklarını aldıkları halde, 12 Martta atılanlar hiç bir hak alamamıştır! 6191 sayılı kanun ile araştırmacı kadrolarına atananların eksik kalan hakları ise hala beklemektedir! Diğer Bakanlıklardaki mağdur memurlar da haklarını alacakları günü beklemektedir. Yalan, iftira ve kumpaslarla hapislere atılan mahpus mağdurlar da umutla adaletin tecelli edeceği günü beklemektedir.

28 Şubatta devleti trilyonlarca zarara sokanlar, Bosnalı dostlarımıza hainlik yapanlar, İsrail için darbe yaptık diyenler affedildiği halde; bu zalimlerin zulümlerine maruz kalan mazlumların mağduriyetleri hala giderilememişse; orada, adaletten ve toplumsal barıştan söz etmek çok zordur.

"Kenar-ı Dicle'de bir kurt kapsa koyunu, gelir de adli ilahi Ömer'den sorar onu!" Demiyoruz. Lakin adaletin temin edilebilmesi için gayret ve çabayı görmek istemiyor da, değiliz!

Sayın Cumhurbaşkanım, eğer binlerce 28 Şubat mağdurunun gece yataklarında rahat uyuyabilmelerini istiyorsanız; hayır dualarını almak istiyorsanız; darbeci zalimlerin affedilmelerini imzaladığınız o kalem ile tüm 28 Şubat mağdurlarının eksik kalan, ümitle bekledikleri haklarını temin için gereken kararları da imzalamanızı istirham ediyoruz.

Aynı kalem ile...

Gürcan Onat, 20.05.2024, 14.00, Fatih.

  

3 Mart 2024 Pazar

ÇEVİK BİR-28 ŞUBAT-İSRAİL ÖRGÜSÜ

 “Middle East Forum” isimli bir web sitesi var. Bu sitede 2002 yılında “İstikrar İçin Formül: Türkiye Artı İsrail” başlıklı bir makale yayınlanmış. Bu makalenin yazarları: Çevik Bir ve Martin Sherman. Bu makalenin tamamını şu linkten okuyabilirsiniz:

https://www.meforum.org/62064/istikrar-icin-formul-turkiye-arti-israil

Evet, bizim meşhur Çevik Bir’imiz. Hani, 28 Şubat post modern darbesini yapıp, sonra yargılanıp, ömür boyu hapse mahkûm edilerek, rütbeleri sökülen Er Çevik Bir!

Er Çevik Bir, bu makalesinde çok önemli ifşaatlarda bulunmuş!

Makalede, İsrail-Türkiye ilişkileri tarihi bilgiler de verilerek detaylı bir şekilde işlenmiş.

Oldukça uzun olan bu makaleden konumuzla alakalı olarak, hiç değiştirmeden, aynen kopyalayarak aldığım cümlelere bakalım:

“İsrail-Türkiye ilişkilerindeki değişim, Türkiye'nin ilişkileri tam büyükelçilik statüsüne yükseltmek için harekete geçtiği Madrid barış konferansının ardından, 1991 yılında başladı. Ancak asıl atılım, Türkiye Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'in İsrail'i ziyaret ettiği Kasım 1993'te gerçekleşti. Ziyaret sırasında, İsrailli mevkidaşı ile işbirliği konusunda karşılıklı anlayış ve ilkeler üzerine bir mutabakat imzaladı. Döndükten sonra Çetin, Türk-İsrail ilişkilerinin her alanda daha da ilerleyeceğini duyurdu ve iki devletin "Ortadoğu'nun yeniden yapılandırılmasında" işbirliği yapacağını ekledi. Üst düzey temaslar dâhilinde, 1994'te Türkiye Başbakanı Tansu Çiller ve 1996'da Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel İsrail'i ziyaret etti. İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizmann bu ziyaretlere karşılık verdi.

1996'nın başlarına kadar Ankara, askeri işbirliğinden çok İsrail ile ekonomik, teknik ve kültürel bağlardan yana görünüyordu. Ancak 1996'da iki ülke geniş kapsamlı bir askeri koordinasyon anlaşması imzaladı. Anlaşma, diğer şeylerin yanı sıra, İsrail hava kuvvetleri uçaklarının Türk hava sahasını eğitim amaçlı kullanmasını sağladı. Aynı yılın Ağustos ayında iki hükümet, teknik bilgi ve uzmanlık alışverişi için ek bir anlaşma imzaladı ve İsrail'in Türk hava kuvvetlerine ait elliden fazla F-4 Fantom uçağının yenilemesinin yolunu açtı.

1996 anlaşmalarını, her ülkenin ilişkiye verdiği geniş kapsamlı öneme dair karşılıklı açıklamalar ve alelacele gerçekleştirilmiş ziyaretler izledi. Türk ordusu genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997 başlarında İsrail'i ziyaret etti. Bunu, İsrail Dışişleri Bakanı David Levi'nin Ankara ziyareti izledi. Daha sonra Türkiye Savunma Bakanı Turhan Tayan ve (bu makalenin yazarlarından biri olan) Çevik Bir, Mayıs 1997 başında İsrail'e gitti. Aynı yılın Ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak Türkiye'yi ziyaret etti. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında kalabalık bir ekiple geldiler, bu sayede 1997'nin ikinci yarısında her iki ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı buldu.

En yüksek kademelerden gelen siyasi açıklamalar, ilişkinin stratejik önemini açıkça vurguladı. Örneğin Ağustos 1997'de Başbakan Mesut Yılmaz, Türk-İsrail işbirliğinin bölgede "güç dengesi için gerekli" olduğunu belirtti. 1998'de İsrail başbakanı Binyamin Netanyahu, benzer şekilde, ilişkinin "istikrarsızlığın hüküm sürdüğü yerde istikrarı tetikleyeceğini" söyledi. O dönem İsrail'in savunma bakanı olan İzak Mordeçay, bağların önemini şu terimlerle tasvir ediyordu: "Ellerimizi birbirine kenetlediğimizde güçlü bir yumruk oluşturuyoruz. [...] İlişkimiz, stratejik bir ilişkidir."

Er Çevik Bir, o günleri çok güzel özetlemiş olduğu için; aynı zamanda tarihi bir değerlendirme olması hasebiyle de kısaltmaya kıyamadım, aynen verdim.

Evet, o yıllarda yaşananlar bu şekildeydi. Bugün gerçek yüzünün iyice ortaya çıkmış olduğu işgalci, soykırımcı İsrail için kimler nasıl çırpınmış, net bir şekilde anlatılmış. Hem anlatan da hariçten bir kişi değil; o yıllarda, devletin üst düzey yönetim kademesinde bulunmuş, İsrail dostu olan bir şahıs. Yazılanlar kelimesi kelimesine doğrudur.

Önemli yerlerinin üzerinden geçecek olursak; asker olarak, İsrail’e giden kimmiş?

-Türk ordusu Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 1997 başlarında İsrail'i ziyaret etmiş!

Çevik Bir, İsrail'e ne zaman gitmiş?

-Mayıs 1997 başında gitmiş.

Aynı yılın ekim ayında İsrail Genelkurmay Başkanı Amnon Lipkin-Şahak Türkiye'yi ziyaret etmiş. Her iki durumda da, bu ziyaretçiler yanlarında kalabalık bir ekiple gelmişler; bu sayede 1997'nin ikinci yarısında her iki ordudan önemli sayıda komutan, birbiriyle tanışma imkânı bulmuş. (Bu satırlar olduğu gibi Er Çevik Bir’in makalesinden alınmadır)

Evet, o yıllarda Türk milletinin başına ne belalar örülmeye başlanmış, günümüzde daha iyi anlaşılıyor..

Kimdir, bu belaları örmeye çalışanlar? Kahraman Ordumuzun Şanlı Üniformasının içine sızmış, aklını ve ruhunu İsrail’e satmış vatan hainleri!

İfşaat bitti mi? Bitmedi!

Onlar bu bağları kurarlarken meğer bazı tehlikeler atlatılmış! Yine, Er Çevik Bir’in makalesinden aynen alıntılıyorum:

“Yeni bağlar birçok zorlu sınavı atlattı, bunlardan en önemlisi, 1996'da İsrail karşıtı ve İslamcı Refah Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan'ın iktidara gelmesiydi. Göreve başladığı ilk günden itibaren Erbakan, hem iç hem de dış siyaset düzleminde, İslami bir ajandayı yürürlüğe koydu. Bu ajanda, eğitim sistemini İslamileştirme arzusunu, Türkiye'yi Arap dünyasına yakınlaştırma vaadini ve İslam devletlerinin "NATO benzeri" bir ittifakı kurmasıyla ilgili vizyonu içeriyordu. Erbakan'ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsanelerle doluydu. Onun için İsrail, "ebedi bir düşman" ve "Arap ve Müslüman dünyasının kalbindeki kanser" idi. İsrail'i İslam inancını zayıflatmakla suçladı, Nil'den Fırat'a uzanan "büyük İsrail" hayali konusunda uyarıda bulundu ve Türkiye'nin ekonomik zorluklarından "Siyonist komplo"nun sorumlu olduğunu iddia etti. Erbakan seçilmeden önce, Ankara'nın İsrail ile ilişkilerini dondurma ve iki ülke arasındaki ikili anlaşmaları iptal etme sözü verdi. Bazı analizciler, Erbakan'ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.

Ama öyle olmadı. Türkiye'nin anayasal sistemine ait hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye'nin İslam'a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan'a söyledi. Hem askeri hem de siyasi liderlerden oluşan güçlü Milli Güvenlik Konseyi'nin (MGK) genel sekreteri, laikliğin yüce değer olduğunu yeniden teyit ederek, Türkiye'deki laik toplumun ve eğitim sisteminin, ülkenin ulusal güvenliğinin temel ilkelerini oluşturduğunu ilân etti. Erbakan kontrol altına alındı. Türkiye ve İsrail, Erbakan'ın MGK'nın baskısıyla istifasını sunduğu Haziran 1997'de sona eren görev süresi boyunca en önemli askeri işbirliği anlaşmalarını imzaladı.”

Er Çevik Bir, rahmetli Başbakanımız Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı da gayet güzel tahlil etmiş; bu nedenle kısaltmadan aynen verdim.

Burada, dikkatlerinize sunmak istediğim çarpıcı bir bölüm var; bakınız, birinci paragrafın sonunda, “Bazı analizciler, Erbakan'ın seçilmesinin ilişkiye ölümcül bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı.” Dedikten sonra, Ama öyle olmadı. Türkiye'nin anayasal sistemine ait hükümlere uygun olarak ordu, modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevlidir. Ordu, boş boş oturup Türkiye'nin İslam'a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan'a söyledi. Çevik Bir'in bizzat kendi kaleminden çıkmış olan bu yazılanların muhteşemliğine ve mana derinliğine bakar mısınız?

Bugün gerçek yüzü, icraatlarıyla tüm dünyada tescillenmiş olan; işgalci, bebek katili, Siyonist İsrail’le ilişkilere Erbakan ölümcül darbeyi indirmesin diye, “modern Türkiye'nin kurucusu Kemal Atatürk'ün laik cumhuriyetçi mirasını korumakla görevli Ordu, boş boş oturup Türkiye'nin İslam'a dönmesini izlemeyeceğini veya İsrail-Türk askeri ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Erbakan'a söylemiş!"

İlk dikkatimizi çeken cümle; bugün gerçek yüzü ortaya çıkmış olan ve tüm dünya insanlarının nefretle ve lanetle andığı; işgalci, bebek katili, soykırımcı İsrail ile ilişkilere çok önem verilmiş olması... Halk tarafından seçilmiş olan ve milleti temsil eden Başbakanın İsrail'in gerçek yüzünü çok iyi bildiği için; bu lanetli katil sürüsüne layık olduğu muameleyi yapmak istemesine rağmen, Çevik Bir ve şürekası buna izin veremezlermiş! Neden izin veremezlermiş? Nereden geliyor bu İsrail sevdası?

Kendi ağzından ifşaatları ilginç, er Çevik Bir’in. Biz de şimdi soruyoruz: İsrail-Türkiye ilişkilerinin tehlikeye atılmasına izin vermemek için neler yaptınız?

28 Şubat post modern darbesinin altındaki asıl ve gizli neden, sakın bu olmasın?

Sadrazam Koca Mehmet Ragıp Paşa ne güzel söylemiş: “Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler”

“Kemal Atatürk” ismi de işte böyle, kendi meş’um emelleri için malzeme olarak kullanılmaktadır, bu hainler tarafından!

28 Şubat post modern darbesinin mimarlarından biri olan Çevik Bir yargılandı, suçlu bulundu, rütbeleri söküldü ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. Ancak Çevik Bir ve şürekası hainlerin devlete, vatana, millete verdiği hasar telafi edilmedi!

Bu hainlerin, işgalci, Siyonist, bebek katili İsrail’in menfaatleri için canhıraş bu kadar çırpınmaları, bu kadar çabaları nedendir? Bu alçaklar, bu konuda henüz bir soruşturma geçirmediler. O yıllarda İsrail'in menfaatleri için başka neler yaptılar? Bu konu derinlemesine araştırılmadı. İsrail irtibatları detaylı bir şekilde ortaya dökülmedi!

Er Çevik Bir’in makalesinde, açıkça ifade ettiği gibi, İsrail'in çıkarları için son derece başarılı bir hükumeti alaşağı ederek, ülkemizin dirlik ve düzenin bozarak, devletimizi trilyonlarca zarara sokacak olan sonraki süreci başlatan bu hainler, hala bu ihanetleri için yargılanmış değiller!

Rahmetli Erbakan, ömrünün son dönemlerinde, bir mülakatında bu konuyu; tarihi bir vesikayı açıklayarak ifade etmiş! İnternette kolayca bulabileceğiniz bu vesikada; 30 Ekim 1996 tarihli ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher tarafından Ankara ABD büyükelçisine gönderilen bu kripto mesajda şunlar yazılıdır: -" Türkiye, birleşik devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi, bu sonucu elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki aksiyon planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum."

Belgeden anlaşılıyor ki, ABD, 15 Ekim 1996 tarihinde post modern darbe için düğmeye basmış, TSK’ya da görev biçmiş!

Bu iddiayı ilk olarak eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu, 11 Şubat 2007 tarihli Vakit Gazetesi’ne yaptığı açıklamada dile getirmiş.  Yazıcıoğlu:  “28 Şubatın startı ABD Dışişleri Bakanlığı’nın gönderdiği çok gizli bir yazıyla verilmiştir”, demiştir.

Ne yazık ki bu kirli ilişkiler ve hainlikler yeterince deşifre edilememiş; birçok karanlık ilişkilerin üzerinden örtü kaldırılamamıştır. O yıllarda başımıza ne tür çorapların örüldüğünü anlamak ve tüm ihanetlerin açığa çıkması için, Er Çevik Bir’in ve BÇG şarlatanlarının İsrail ve ABD ile ilişkileri detaylı bir şekilde araştırılmalıdır!

Kendi ülkesinin menfaatlerini değil de ABD ve İsrail'in menfaatlerini gözeten satılmışlar ve Siyonist ajanlar açığa çıkartılmalıdır!

Ülkemizin zararına neler yapılmış ise artık ortaya dökülerek, hepsinin hesapları sorulmalıdır...

Allah Teala devletimizi, milletimizi ahmaklardan, satılmışlardan ve vatan hainlerinden muhafaza eylesin.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 03. 03. 2024, 17.00, Fatih.

 

21 Ocak 2024 Pazar

SINIRSIZ KATLİAM

Gazze'de İsrail'in katliamları 106 günü, şehitlerimizin sayısı 25.000'i geçti. Ve daha tüm hızıyla devam ediyor.

Modern teknolojinin imkanları sayesinde tüm dünya, adeta canlı yayında izler gibi katliamları izlemeye devam ediyoruz. İşin kötüsü, o kadar alıştık ki parçalanmış bebek vücutları görmeye artık ilk günkü gibi tesir de etmiyor... Kanıksadık!

Daha ilk günde ABD, İngiltere, Fransa vs emperyalist devletlerin desteği nedeniyle, Türkiye ve birkaç devletin çığlıklarından başka hiçbir ülke yönetimlerinden çıt çıkmadan, sınırsız katliam devam ediyor. Tüm dünya izlemeye devam ediyor...

Sınırsız katliam!

Biz, şu an dünyada yaşamakta olan insanlar böyle bir vahşeti, bu kadar aleni bir şekilde görmemiştik. Irakta, Suriye'de benzerlerini gördü isek de böylesini görmemiştik. Masum insanlar, çocuklar, kadınlar, acezeler üzerine böylesine tek taraflı olarak bomba yağdırılmasını, dünyadan tecrit edilerek, açık hava hapishanesine alınıp, aç bırakılmalarını, her gün binlerce ton bombalar altında yaşamaya mahkum edilmelerini görmemiştik. Bir devletin tüm savaş gücüyle; tankları, topları, uçaklarıyla sivil halkın üzerine bu kadar bomba yağdırıp, sınırsız katliamlarını görmemiştik. Bir kaç devletin dışında tüm dünya devletlerinin çıt çıkarmadan masum halkların çoluk çocuk, kadın ihtiyar demeden katledilmelerini seyretmelerini ve hatta destek vermelerini ilk defa görüyoruz.

Daha iyi anlayabilmek için şöyle yapsak; Gazze'de Yahudiler yaşıyor olsa, dışarıda Filistinliler olsa ve Filistinliler Yahudilere aynı şeyleri yapmış olsa, tüm dünyada nasıl bir tepki olur, neler yaşanır? Olacakları düşünebiliyor musunuz? Düşünemezsiniz. Size onun hayalini bile kurdurtmaz, hakim güçler...

Yahudilerin ne kadar güçlü olduklarını da bu yaşananlar sayesinde müşahede etmiş olduk. Her ne kadar, İsrail'de yaşayan bir avuç Yahudi olsalar da dünya devletlerinin yönetimlerini nasıl avuçlarına almış olduklarını, dünya sermayesini nasıl kontrolleri altına alarak yönettiklerini, dünyanın nasıl hakimleri konumunda olduklarını aleni bir şekilde gözlemlemiş olduk.

Evet ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere bir çok devlet yönetimleri Yahudilerin kontrolleri altında, bunda hiçbir tereddüt kalmamıştır.

Lakin insanlık vicdanı her şeyi görmüş, algılamış ve daha fazla tahammül edemeyerek, isyan noktasına gelmiştir. İsrail güdümündeki devletlerin halkları dahil olmak üzere, dünyadaki tüm fıtri vicdan ve haysiyetini kaybetmemiş olan insanlar ayaklanarak, kitleler halinde hem kendi yönetimlerine hem İsrail yönetimine haykırıyorlar. Bu zulüm dursun diye hemen her gün yürüyüş düzenliyor, çığlıkları ile atmosferi inletiyorlar. Elbette, bu çığlıkları Rabbül alemin duyuyor, elbette vahşi katliamları görüyor, imtihan sırrınca her ne kadar müdahil olmuyorsa da elbette gayretullaha dokunacaktır.

Ancak, önemli olan dünya imtihanında sınavını vermekte olan bizler ne yapıyoruz, ne yapamıyoruz, ne yapmamız lazım, bu değil mi?

Açık söyleyeyim; Müslüman alemi Müslüman kardeşlerine yapılan bu zulüm karşısında olması gerektiği gibi tavır sergileyemeyerek yeterli tepkiyi verememiştir. Tüm Müslüman ülkeler olarak ayağa kalkıp, sınıra doğru koşmalıydık. Sadece STK'lar ve halkımız bu tepkiyi sergilemiş ve sergilemeye devam etmektedir. Lakin dünya insanları insanlık adına çok daha güzel tepki vermiş ve hala da vermeye devam etmektedir. Zaten Gazze'de olanlar, insanlık meselesi haline gelmiştir. Sınırsız insan katliamı ile insanlık ölmektedir. Ruhlarında zerre kadar dahi insanlık vicdanı ve merhameti kalmış olan insanlar, bu zulme tahammül edemeyerek, imkanları ölçüsünde tepkilerini vermişler ve vermeye devam etmektedirler.

Bu sınırsız katliamın sorumlusu sadece Siyonistler değildir. Başta ABD, İngiltere, Fransa olmak üzere, destek veren tüm devlet yönetimleri ve tüm Yahudilerdir.  Sadece, destek veren ülkelerin vicdan sahibi halkları ile katliama katılmadıklarını açıklayan dindar Yahudi cemaatleri hariçtir. Bu zulme tepki göstermeyen her Yahudi nerede yaşıyorsa yaşasın bu zulme ortaktır. Bu zulme tepki göstermeyen her insan nerede yaşıyorsa yaşasın bu zulme ortaktır. İş bu seviyeye gelmiştir!

Dünya insanları ikiye ayrılmış durumdalar; fıtri vicdan ve merhamet sahibi insanlar ile vicdanlarını köreltip, esfeli safiline düşmüş olan hayvandan daha aşağı mahluklar...

Eğer bu sınırsız katliam devam ederse, korkarım gayretullaha dokunan bu zulüm nedeni ile dünyayı büyük felaketler beklemektedir. Tüm insanlık alemi olarak, daha güçlü bir şekilde bu sınırsız vahşeti durdurmanın yollarını aramalıyız.

En ciddi olarak, en gür sesi ile Türkiye çaba sarf ediyor. Diğer ülkeleri de daha fazla bu gayrete dahil etmeliyiz. Protestoları daha etkili olacak şekilde artırmalıyız. Boykotları daha tesirli olacak şekilde daha da çoğaltmalıyız.

Kuduz köpekten daha azgın bir hale gelmiş olan İsrail yönetimi Gazze'de hiçbir canlı kalmayıncaya kadar vahşet sergilemeye devam etmekte kararlı! Destekçileri de gözlerini karartmış durumdalar. İş, tüm dünya insanlığının vicdanına ve gayretine kalmıştır. Yahudi'nin anladığı tek lisan güçtür!

Ne gerekiyorsa, sonuna kadar hiç tereddüt etmeden, gözümüzü kırpmadan yapmalıyız!

Allah yar ve yardımcımız olsun.

Gürcan Onat, 21. 01.2024, 20.00, Fatih.

26 Aralık 2023 Salı

Harp Okullarında Müfredat

23 Aralık Cumartesi günü akşamı Akit TV'de, Muharrem Coşkun'un "Kırmızı Masa" Programına konuk olduk.

Programın ana konusu, Tuzladaki Cuntacı Teğmenler Meselesiydi.

Malum çevre konuyu her zamanki gibi çarpıtma ve saptırma derdiyle, yalan yanlış programlar yapıyorlar ve Atatürk'ü sopa gibi kullanarak, dindarları baskı altına almaya çalışıyorlar.

Aşağıda linkini koyduğum programda bugüne kadar yapılan tezviratlara yeterince açık ve net cevaplar verdiğimizi düşünüyorum.

Hala, sakız gibi mülakatları SADAT'ın yaptığını dillendiren art niyetli zevat umarım artık, bu gevişi getirmekten vazgeçer.

Son kez yazmış olayım; SADAT diye söz ettikleri kişi, ben yani Gürcan Onat'tır! Evet, ben mülakatlara katıldım. Lakin, kafalarının basmadığı konu, ben orada koordinatör idim. Bunun anlamı şu ki; mülakatlara giren kişi değildim. Mülakatların işleyişini yürüten kişiydim. Daha açık yazayım; odalarda mülakatlar yapılırken ben dışarıda, diğer muvazzaf koordinatörlerle birlikte ayrı bir odada bekleyen kişiydim. Mülakatlara giren kişiler MSB'lığı tarafından belirlenmiş kişilerdi. Ki, bu kişiler toplamda 250 kişiyi bulmaktadır. Mülakatları SADAT yaptı diyen müfteriler aslında, bir anlamda, bu 250 kişiye hakaret etmektedir. 35-40 arasında komisyon kuruluyordu. Her bir komisyonda 5 üye oluyordu. Birincisi: Başkan MSB'lığında Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı veya Daire Başkanlarından müteşekkildi. İkincisi: Emekli Subay/Astsubaylardı. Üçüncüsü: Bakanlıklarda görevli müfettişlerdi. Dördüncüsü: Muvazzaf Subay/Astsubaylardı, üniformaları ile katılıyorlardı. Beşincisi: MEB'lığından ve Hastanelerden çağırılan psikologlardı. Her üyenin verdiği notların aritmetik ortalaması alınıyor, adayın mülakat notu belirleniyordu. Toplamda 250 kişiyi bulan bu mülakatlarda 1 kişi, mülakatlara katılmış olsa bile; ne kadar etkili olabilir, Allah rızası için söyleyin? Hiç kimsenin kendi ideolojik kavgası için bu 250 saygıdeğer kişiyi aşağılamaya hakkı ve yetkisi yoktur. Eğer hala anlamayanlar varsa lütfen zekâ kontrolü yaptırsın.

Kalkışmadan sonra yapılan bu alımlarda MSÜ'ne tarikatçı ve cemaatçiler kesinlikle alınmadılar. Mülakatları yapan görevliler son derece hassas ve dikkatli davranmıştır. Eğer alınmış olsaydı; şimdiye kadar delili ve belgesi ile çoktan patlamış olurdu; zira o görevliler içerisinde her düşünce ve zihniyette hatta kendisini farklı siyasi partilere yakın hisseden kişiler vardı! Ufak tefek görüş ayrılıkları, farklı değerlendirmeler oluyordu. Biz, devreye giriyor orta noktada, uzlaşma zeminini buluyorduk. Bu, zaten işin sağlığı açısından normal olandı.

Peki, bu cuntacı teğmenler nasıl oluşmuştur?

Televizyon Programında zaman yetmedi, her şeyi anlatamadık.

Çok açık ve net olarak ifade ediyorum ki; Kara Harp Okulunda derin bir yapılanma seziyorum!

Mülakatlardan geçen çocuklar pırıl pırıl Anadolu evlatlarıydı. Ne olmuş ise; Kara Harp Okulunda bunların eğitim ve öğretimi sürecinde olmuş!

Acilen, Kara Harp Okulunda müfredat incelenmelidir. Özellikle askeri dersler nelerdir? Bu derslere giren emekli subaylar kimlerdir? Bu dersler esnasında öğrencilere neler anlatılmıştır?

Mağdur olan teğmenin avukatı ile görüştüm; cuntacı teğmenlerin whatsapp yazışmalarında, dışarıda bazı emekli subay ve generallerle görüştüklerine dair ifadeler bulunmaktaymış. Bazı Siyasiler ile irtibat halinde oldukları geçiyormuş. Konu mahkemeye intikal ettiğinden, dava sürecinde daha fazla söz söyleyemiyoruz. Avukatlarından şunu da duydum; Yeni Şafak gazetesinin yayınladığı whatsapp yazışmaları, olanın az bir kısmı imiş, daha gerisi de varmış.

Bir teğmen, devre arkadaşına karşı; onu öldürecek, siyanürle zehirleyecek, kılıçla kesecek kadar nasıl düşman haline getirilip, kinlendirilebilir? Kuzey Irak'ta yanına düşerse teröristten önce kendisi gebertecekmiş! Tıpkı, Balkan bozgunumuz gibi! Tarihten ders almamışız!

Durum vahim! Kara Harp Okulunda bu çocukların zihinlerini iğfal edenler, kin ve nefret tohumları ekenler kimler? Cuntacı teğmenler kimlerle irtibat halindeler?  Acilen inceleme başlatılmalıdır.  

Fotomontajla, Kâbe’nin üzerine Atatürk resmi oturtup, bunu whatsapp gruplarında nasıl paylaşabiliyorlar? Atatürk eline fotomontajla silah verip, karşısına Cumhurbaşkanımızı hedef olarak koymak, nasıl bir zihniyettir? Nefret ettikleri kişileri Atatürk büstüne secde ettirmek ne demek? Kara Harp Okulunda pagan eğitimi mi veriliyor?

Acilen, müfredat içerisine; Darbeler Tarihi, Demokrasi, İnsan Hakları, İslam Akaidi dersleri konulmalıdır!

Son olarak açık ve net olarak ifade ediyorum: Bu yaşananların proje olduğunu düşünüyorum. Askeri vesayeti canlandırmanın ilk adımıdır. Operasyon yapmak isteyen darbeci odak, Atatürk karşıtı diye birisini damgalayıp olay çıkarmak için tuzak kuruyor. Üst rütbelilerden destek almadan sadece teğmenler organize olamaz. Namaza özgürce gitmenin önünü kesmek için korku uyandırıp askeri vesayeti hortlatmak istiyorlar. Namaz kılanlar Atatürk düşmanıdır önyargısını pekiştirme planları var! Üst rütbeliler namaza giden kişileri destekleyen adımlar atmazlarsa bu durum büyür. Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları harp okullarında ve piyade okulunda cuma namazı kılarsa oyun bozulur.

Ordumuz, milletimizin gözbebeğidir.

Geçmiş yıllara dönmeye tahammülümüz yoktur.

Dünyada önemli gelişmeler olurken; bizi aşağılık hile ve oyunlarla meşgul ederek, birbirimize düşürmelerine izin veremeyiz!

"Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet

Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklal"

Gürcan Onat, 26.12.2023, Fatih

https://www.youtube.com/watch?v=oVKi6mGj-Nw



CIA ve TEKLİFLERİ

Oyuncu Demet Tuncer CIA’den teklif aldığını açıkladı. Detaylar, aşağıda linkini verdiğim haberde mevcuttur. Bu haberi okuyunca kafamda bir...